Uzun zamandır ‘özel güvenlikli’ bir sitede yaşıyorum. Oturduğum sitede üç yüze yakın aile yaşıyor. Her bir evde ortalama dört kişi yaşadığını düşünsek, bin iki yüz kişiyi geçen bir nüfusla adeta orta ölçekli bir kasabada yaşıyorum. İstanbul’un genelinde ciddi bir site modası var. Hemen her yeni yapılanma site olarak inşa ediliyor. Siteler de havuzlu, parklı, adeta bir cennet bahçesi vadeden reklamları, hal ve tavırlarıyla baştan çıkarıcı görünüyorlar. Ancak, kendi sitenizden çıktınız ve yine bir başka sitede oturan arkadaşınıza sabah kahvesi içmeye gideceksiniz diyelim; gireceğiniz sitenin kapısında inanılmaz sıkı bir sorgu suale tutuluyorsunuz: “Kimsiniz? Kim diyelim? Sizi bekliyor muydu?” Sadece birkaçından söz ettiğim ahret soruları kapıdaki özel güvenlik görevlisi tarafından soruluyor. Memlekette her şey sınavlı olduğundan alışığız aslında, ilk sorgulamadan başarılı çıkarsanız sıra arkadaşınızın aranmasına geliyor. Oradan da olumlu sonuç çıkarsa kahve içebileceksiniz demektir.
Bu özel güvenlikçiler artık yaşantımızın her anında karşımızdalar. Markete girerken, eve girerken, alışveriş merkezine girerken, hastaneye girerken, okula girerken, neredeyse evin içine girerken, hatta odadan odaya geçerken bile gerek var gibi hissediyorum, hissediyoruz; hissettiriliyor. Bu denli anlamsız, uzak ve itici bir yapılanmaya hayatın içinde ne kadar gerek var bir yana diye düşünürken; bir felaket yaşadık geçtiğimiz aylarda. Savcı Kiraz, memleketin medar-ı iftiharı Adliye ‘Sarayı’nda öldürüldü. Herkesçe kınanan, beni derinden üzen bu elim ve vahim olaydan sonra özel güvenliğin tamamen kaldırılması gündeme getirildi Erdoğan tarafından. Bugün bu alanda istihdam edilen yaklaşık 600 bin kişi var. Özel güvenlikçi kimlik kartı sahibi 1,5 milyon kişi olduğu bilgisi var elimizde, 75 milyonluk bir ülkede oranın yüksekliğine bakar mısınız? Peki, bugüne nasıl geldik?
2004’te çıkarılan yasayla özel güvenlik firmalarının kurulması mümkün olmuştu, o günden bu güne de her yanımız özel güvenlik ve daha da kötüsü, güvensizlik hissiyle sarılı. Hızlıca dönülüveren terör söylemlerinin ardında, biraz da bu paranoyanın kullanılması var. Evet, böyle bir his yaratılıyor, üzerine de politika inşa ediliyor, hem de birden çok!
Öncelikle eğitim yatırımı yapmaktan kaçıp kısa birkaç kursla geniş bir kitleyi iş güç sahibi yapabiliyorsunuz, dolayısıyla o 600 bin kişi ve aileleri mutlu. İkincisi, bu kadar güvenlik görevlisinin yayıldığı geniş coğrafyayı düşünün. Mahallenizdeki küçük markete giriyorsunuz, orada bile özel güvenlik var, ne demek? Demek ki orada özel güvenliğe ihtiyaç var. Yani? Demek ki o kendi halinde market bile pek tekin bir yer değil! İşte bu ruh hali, bir anda estirilen terör rüzgârına, güvenlikçi söyleme sizi psikolojik olarak hazır eden bir unsur, öyle ki terörle mücadele konseptine anında uyum sağlayabiliyorsunuz, hem de kendi paranızla. Nasıl mı?
Güvenlik herkes için devlet tarafından sağlanması gereken bir hizmetken, bugün yalnızca özel sitelerde, mahallelerden ayrık yaşayan şanslı (şansını yaratmak için bir ömür sürünen) bir avuç azınlığa para karşılığı sağlanan bir hizmet. Oysa güvenlik devletin en temel görevidir, hükümet bu görevinden sıyrılmak için güvenlik hizmetini özelleştirdi 2004’te. Bu tabii ki memleketin neoliberal dönüşümüne pek uygun bir hareketti. Peki ya bize?
Her şeyin ama her şeyin bir fiyatının olduğu; parayla alınıp satıldığı bugünün dünyasından farklıydı bundan değil yüzyıl önceki, çok yakın zamandaki hayatımız. İstanbul’un sokaklarını geceleri köpekler ve bekçiler korurdu; insanlar evlerinde kalan yemekleri mahallelerin kedi köpekleriyle paylaşırdı. Kediler farelerden; köpeklerse mahalleye giren yabancılardan, hırsızlardan insanları korurdu. Her mahalleye öyle her aklına esen giremezdi; çünkü mahalleler çıkmaz sokaklarla kesilirdi. Bu ciddi bir güvenlik önlemiydi. Mahalleye giren çıkan belliydi, herkes birbirini tanırdı. Eskiden herkes üç aşağı beş yukarı aynıydı; parasızlık bu denli göze batmazdı. Şimdinin özel güvenlikli, havuzlu, ayrıcalıklı sitelerinde yaşayanlar ve yaşayamayanlar diye bir ayrım yoktu.
Nerede yaşarsak yaşayalım, sosyal devletin yüklenmesi gereken ‘güvenlik’ meselesinin büyük bir bölümü bugün özel sektöre havale edilmiş durumda. Bu, parası olanın güvenlik satın alabileceğini gösteriyor basitçe. Derinlemesine indiğimizde de, güvenliğimiz olsun diye daha çok çalışıp daha çok ödemek zorunda kaldığımız gerçeğiyle yüzleşiyoruz. Hayatım sitedeki ev taksitinden, çocukların okul taksitlerine taksit taksit geçti. Oysa eğitim gibi güvenlik de çok temel bir alan, devlet tarafından sağlanması zorunlu olan.
Kaldı ki kapitalist sistem, malumu ilam gibi olacak ama, eşitsizlikler üreten bir yapı. Bazı mahalleleri güvenlikli sitelerle doldurduğunuzda, bazı mahalleleri de gecekondulara terk ediyor, insanların bir bölümünü bütçesi müsait olmadığından güvenliksiz bir yaşama mahkûm ediyor, dahası taciz ediyorsunuz: Okmeydanı, Küçük Armutlu gibi yerlerde polis hiç çekinmeden evlere girip arama yapabiliyor. Büyük inşaat şirketlerinin, dev patronların, dev bağlantıların elleri işte buralara uzanmak istiyor. İnsan hakları ihlallerinin hemen herkes için ayrıcalıksız uygulanabileceği güzel ülkemizde bu mahallerde doğmak, büyümek suçmuş gibi davranılıyor. Bazı mahallelerin hırsızlıkla, suçla anılması, gettolaşmanın önüne geçilmemesi mahallelinin mi, buraları yöneten idarecilerin mi suçu ya da sorunudur?
Soruyu birden çok şekilde formüle edebiliriz: Devletin yüklenmesi gereken güvenlik sadece parası ya da nüfuzu olan insanların sorunu mudur? Parası olmayan insanların cinayet, hırsızlık gibi suçlardan korunmasına gerek yok mudur? Bu insanlar parasızlık nedeniyle suç işlemeye eğilimli, böyle oldukları için de korunmalarına gerek olmayan insanlar grubundan mı görülmektedir? Sorularım son derece sevimsiz, çağdışı, irrasyonel ama hâlihazırdaki eşitsiz durum bana durumun bundan ibaret olduğunu söylüyor.