Dünyanın gözü Suriye’de.
Yanı başımızda yeni bir dünya savaşına ramak kala İsrail-Filistin barışı kimseyi heyecanlandırmıyor.
Oysa İkinci İntifada’nın 15. yıldönümünü geride bıraktığımız şu günlerde, Batı Şeria ve Kudüs’te tırmanan şiddet olayları hafife alınacak cinsten değil.
İsrail, 1 Ekim gecesi Batı Şeria’da yaşayan Eitam ve Naama Henkin’in, arabada çocuklarıyla seyir halindeyken uğradıkları silahlı saldırı sonucu ölümleriyle sarsıldı. 30’lu yaşlarda olan karı-koca, arkalarında en küçüğü 8 aylık olan, 4, 7 ve 9 yaşlarında dört çocuğunu öksüz ve yetim bıraktı.
Daha saldırının şoku atlatılmadan iki gün sonra Kudüs’te, Filistinli bir genç tarafından biri haham diğeri asker iki İsrailli bıçaklanarak öldürüldü. Saldırıdan ağır yaralı olarak kurtulan Haham Benita’nın eşi saldırı anına dair sırtında bıçakla çocuğunu korumak için kaçmaya çalışırken, kendisine yardım etmek yerine, insanların tekme atıp, ölmesini dilediğini aktarmış. Çocuğuyla birlikte halen hastanede tedavi görüyor.
En son yine Kudüs’te 15 yaşındaki İsrailli bir çocuğun bıçaklı saldırıya uğradığı haberi basına yansımıştı.
Tüm bu saldırı haberlerini okumanın en acı yanı, şiddet döngüsünün sonunun geleceğine dair en ufak bir umudun olmaması. Terör kötüdür, genç - yaşlı ayırt etmez gibi klişe argümanlara sarılmak değil amacım. Ölüleri yarıştırarak mağduriyet üzerinden haklılık devşirmek de değil. Henkin’lerin geride bıraktığı çocuklar, yerleşimciler arasından türeyen Price Tag terör örgütünün, rastgele ateşe verdiği evlerden birinde yaşamaktan başka suçu olmayan tüm ailesini kaybetmiş Ahmet Devabişe kadar mağdur.
Ancak yaşanan terör saldırıları ertesinde, Hamas kutlamalar ve sevinç gösterileri ile karşılık verirken Abbas yönetiminin ‘kınamama’yı seçtiğini de not etmek gerek. Birinin acı çekmesinden zevk alacak kadar gözünü kan bürüdüyse eğer bunu sorgulamak, düşmanlığın temeline inerek yüzleşmek gerekiyor.
Yeni teknolojik silahlarla donanmak, duvarlar örüp görmezden gelmek sorunu çözmüyor. Çünkü bu yaşanan, kendini mağdur gören tarafın sürdürdüğü bir tanınma savaşı. Görmezden gelindikçe şiddetin dozu artıyor, bir çatlak bulup er yada geç dışarı çıkıyor. Tıpkı tüneller gibi...
Bir süredir dozu giderek artan şiddet olaylarının arkasında Müslümanlar için 3. en kutsal yer olan Mescid-i Aksa’nın statüsünde değişiklik yapıldığı iddiaları var. Ürdün’le İsrail arasındaki anlaşma uyarınca 1967’den bu yana, Mescid-i Aksa sadece Müslümanların ibadetine açık. Ancak birkaç yıldır özellikle sağ görüşlü Yahudiler, ibadet özgürlüğü açısından Mescid-i Aksa’da dua edebilmeleri gerektiğini savunuyorlar. Yahudi ziyaretçilerin dudaklarındaki kıpırtıyı gözleyip, olası ihlalleri önlemek içinse Müslüman murabıtlar (gönüllüler) Mescid-i Aksa çevresinde gece gündüz nöbet tutuyor.
Kudüs’te çatışmalar, Ağlama Duvarını ziyaret eden Yahudilerin bayram zamanları, Müslümanların bayramlarıyla çakıştıkça artıyor. Elbette arada provokatif bir takım hamlelerin de payı var.
Örneğin, 2000’deki Ariel Şaron ziyaretini andırır şekilde, geçen ay aşırı sağcı Yahudi Evimiz Partisi’nden Tarım Bakanı Uri Ariel’in, Mescid-i Aksa’yı ziyaret etmesi gibi... Ariel’in ziyaret sırasında dua ettiği iddia ediliyor.
Çıkan her infial, İsrail güvenlik güçlerinin giriş çıkış kontrollerini daha da sıkılaştırmasıyla sonuçlanıyor. Bu da Filistinliler tarafından İsrail’in ziyaret saatlerini Yahudiler ve Müslümanlar -özelde İsrail vatandaşı olmayan Müslümanlar arasında- pay ederek, üzerinde anlaşılmış olan statüko durumunu ihlal ettikleri şeklindeki algıyı güçlendiriyor. Sonuç ise ortada.
Konu, dönüp dolaşıp halkların kardeşliğine, beraber yaşamanın önemine ve barış görüşmelerinin yeniden başlaması gerektiğine geliyor. AB Dış ilişkiler Temsilcisi Federica Mogherini yeni bir çağrı yapmış bile.
BM Genel Kurulu’nda Mahmud Abbas, İsrail ihlallere son vermediği müddetçe Oslo anlaşmasını tanımayacaklarını açıkladı. Başbakan Binyamin Netanyahu ise terör olaylarına en sert tepkiyi vereceklerini söyleyerek ön koşulsuz müzakereleri kabul etmediği için topu Abbas’a attı.
İktidarlarını çözümsüzlük üzerine kurmuş siyasi yapıların arasından sıyrılıp, yeni şeyler söylemek ve bunları uygulamak elbette kolay değil. Belki de bu konuda duayen bir isme kulak vermek faydalı olabilir.
Siyaset bilimci, Prof. Shlomo Avineri, Haaretz’de yayınlanan yazısında Netanyahu’yu eleştiren muhalefet lideri Isaac Herzog’a lafın ötesinde geçerek gerçek anlamda fark yaratmak istiyorsa yapabileceklerinin bir listesini sunmuş:
• Yeni yerleşim birimlerinin durdurulması,
• Yasal olmayan yerleşim birimlerinin yıkılması,
• İsrail’e geri dönecek yerleşimcilere finansal destek sağlanması,
• Doğu Kudüs’te Araplara ait evlere el konulmasının önlenmesi,
• Price Tag gibi örgütlerin yasa dışı ilan edilip, cezalandırılması,
• Batı Şeria’ya yabancı yatırımın teşvik edilmesi,
• Son olarak, Gazze’deki ablukanın kaldırılması
Atılacak adımların, birer ödün olarak algılanmaması gerektiğini söyleyen Avineri sorunun çözümünü garanti etmiyor. Ancak mevcut siyasi statükonun İsrail’i yayılmacı ve baskı altında tutan bir taraf göstererek, diyalog için yeni adımları baltaladığı gibi, demokratik, Yahudi devleti kimliğini yıprattığının görülmesini istiyor. En azından üzerinde düşünmeye değer.