Duyguların yoğunluğu arttıkça davranışlarımız üzerindeki kontrolümüz azalır. Özellikle korku ve öfke tepkilerimizin yeterince süzülmeden ortaya çıkmasına sebep olan duygulardır. Ülkemiz ve dünyanın içinden geçtiği, toz dumanın arttığı, kötülüğün norm ve hak görülerek uygulamaların parçası olduğu bir dönemde olduğumuzu düşünüyorum. Şiddetin ve acımasızlığın kendisine haklılık zemini kolayca bulabildiği bir çağda bireyler olarak neler yapabiliriz? Neler yapmamalıyız? Ki daha güzel günlere ulaştığımızda içimiz rahat olsun?
Eylül ve Ekim ayında kaleme aldığım, yaşadığımız travmatik olayların artışını düşünürsek içeriğinin geçerliliği süren iki yazıyı bir kez daha elden geçirerek ilginize sunuyorum.
İlk refleks
Bir trafik kazası olduğunda yaralının ölüm riskini en çok ne arttırır? Kurtarıcılar. Olduğu yerden çıkartıp uzaklaştırmak, karga tulumba bir araca atıp işi ‘halletmek’ isteyen iyi niyetli gönüllülerin öldürmedikleri zaman en azından sakat bıraktıklarını biliyoruz. Üstelik ta içlerinden gelen bu kurtarma refleksi köklerini bir insanın zor durumdaki başka bir insana yardımcı olma arzusundan alıyor olduğundan ötürü, ‘yapma, etme’ gibi rica ve yalvarmaları ‘adamı ölüme mi terk edelim yani?’ diye yanıtlayacaklar, sizi ‘duygusuzluk’la suçlayıp kazazedeyi ‘kurtardıktan’ sonra sizi de pataklamaya geleceklerdir.
Sosyal reflekslerimize, bir başka deyişle düşünmeye gerek kalmaksızın verdiğimiz hayatta kalma dürtülerine veya sezgilerimize dayalı davranışlarımıza ihtiyacımız az değil. Birçok durumda harekete geçmek ve doğru davranmak için uzun boylu düşünmeye gerek yok. Yangın var ise, üzerine su dökebilirsiniz. Sadece döktüğünüz suya benzer sıvının benzin olmadığından emin olmak için yapmanız gereken bir iki saniyelik bir denetim işlevi var. Bunun için refleksinizi kısacık bir süreliğine askıya almanız yeterli. Ama kolay iş değil.
Viktor Frankl (Varoluşçu Psikiyatri’nin kuramcısı) beklemekle geçen o kısacık süreyi çok önemli bulur: “Etki ile tepki arasında bir boşluk vardır. O boşlukta ise özgürlüğümüz, hangi tepkiyi vereceğimizi seçebilme gücümüz...” Özgürlüğümüz kendimizi tutabilmektedir. Hiç bir tepki vermemenin çok daha zor olduğu birçok durumda özgür davranan tepkisini o anda vermeyendir.
Peki, bir yaralıyı kurtarmadan önce ne kadar bekleyebiliriz? Tepkimizin hızla, adeta ilk akla geleni yapıyormuşçasına olması mümkün değil midir?
İlk akla gelenin doğru ve uygun tepki olması için doğru ve uygun tepkinin ilk akla geleceği şekilde eğitilmiş olmak gerekir. Örneğin, kaza sonrasında yerde yatan bir yaralı gördüğümüzde yerinden kımıldatmaksızın müdahale etme arzumuzun tehlike yaratacağını düşünmek için gereken birkaç saniye sonrasında ne yapacağımızı neredeyse otomatik olarak yapabileceğimiz tipte bir ilk yardım eğitimi aldıysak, en azından zarar vermeyiz.
Yaralıya yardım etme mesleki formasyonunun parçası olan hekimlerin (ve her türlü ilk yardım ekibinin) eğitimindeki temel ilke ‘öncelikle, zarar verme!’ dir. Bir çok durumda pasiflik ya da pısırıklık olarak yaftalanan davranışların çoğunun altında yatan eylemiyle zarar verme olasılığını akla getirip ona göre yavaşlamaktır. Okumuş yazmış kişilerde daha sık görüldüğü düşünüldüğünden olsa gerek “ağır ol, molla desinler” sözündeki mollalara (eğitim almış olanlara) özgü ağır olma Frankl’ın etki ile tepki arasına yerleştirdiği uzayda istediği kadar vakit geçirme özgürlüğünü de içerir.
İş ya da kişisel hayatlardaki kararlar alınırken bu özgürlük ne ölçüde kullanılmakta? Acele ederek işi bir an evvel halletme için duyulan dayanılmaz dürtü hele bir durumu kurtarma içeriyorsa, zarar vermeksizin nasıl yapılacağına ilişkin sahiden düşünülmüş olup olmadığından emin olmalı. Bu uyarı birçok kişi için zaten gerekli olmayabilir, enine boyuna ölçüp biçen sadece sonuçlara odaklı olmayan karar vericiler dışarıdan pasif gözükseler de Frankl’ın tanımladığı özgürlüğü kullanıyor olabilirler. Hızlı ve iş bitirici yönetici ya da liderlerin “sen çekil bakayım şöyle” diyerek başladıkları süreçlerde ise hayal güçlerinin izin verebildiği tek bir sonucun tutsağı olduklarını görebiliriz.
Sahillerin travması
Yangın yerine dönmüş ülkelerinden kaçıp geldikleri Ege sahillerinden Yunan adalarına geçen on binlerce sığınmacının şişme botlar, şambreller ve can yeleklerine tutunmasını plajlardan adeta bir macera filmi gibi izliyor, ölü vücutları kıyıya vuran çocuklara üzülüyor ya da bu duruma sebep olduğunu düşündüklerimizi lanetliyoruz.
Bir kısmımız burnumuzun dibindeki felaketin adeta cisimleşmiş şekli ile karşılaştığında donakalıyor. Travmatize olmak için kendi canımıza veya ruhumuza (evet, ruhumuza) kastedilmesi gerekmiyor, başkalarının başına benzer durumlar gelişine tanık olmak yeterli. Binmek için adam başı binlerce Euro verdikleri şişme botlara ite kaka balık istifi dolduruluyorlar. Bu trafiği yönettikleri anlaşılan eli silahlı bir takım insanların kötü muamelesine buralardan kurtulup Avrupa topraklarına doğru ilerlemenin sevinci ile boyun eğen, denizi aşamayanların haberleri ile ürküp büzüşen kadınlı erkekli çocuklu kafileler çilesi botlara bindikten sonra da bitmiyor. Kalabalıktan bordası neredeyse su seviyesinde olan tekne ağırlık kaybetsin diye sırt çantalarında, el torbalarındaki eşyalar kıyıya fırlattırılıyor. Bot kıyıdan uzaklaşmaktayken kıyıda kalanlar, çevreden gelenler eşyaları didiklemeye, içlerini boşaltıp ganimet toplarcasına seçip ayırmaya başlıyorlar. Plajlar tersyüz edilmiş çantalar, ortalığa dökülmüş çamaşırlar, gözlükler, ayakkabılar, kişisel eşyalar ile kaplanıyor. Yakından baktığınızda her birisinde bir yaşamın izini görüyorsunuz. Suriye’de bir doktorun reçetesi, kan tahlili sonucu, çocuk çorapları, çok yakınlarda yaşanmış bir dönemin arkeolojik kalıntıları gibi çevreye saçılmış. Verdiği his, ölüm, bitiş, son, umutsuzluk. Bedensel ve ruhsal bütünlüğü bozucu bir durumla karşılaşan insanların varlığını doğrudan hissederek siz de bütünlüğünüzdeki sarsılmayı (tekrarlandıkça belki bozulmayı) hissediyorsunuz.
***
“Biz yapmasak başkası yapacak, adamlar da memnun, almaya hazır”. Sığınmacıların almak zorunda kaldığı malları (şişme bottan bisküviye) gerçek fiyatının çok çok (yüzlerce kat) üstünde satan yurttaşlar, hemşeriler durumu böyle açıklıyor. İnsan zihninin davranışını akla uygun hale getirme becerisi (krizi fırsata çevirme devrinde) bildik, hayret edecek bir şey yok. Başımızı başka tarafa çevirmek sarsıntıyı bir süreliğine hafifletiyor. Gözümüzün önünde olsa bile göz yummak, olmadı saymak, vardır bir sebebi ya da hikmeti demek, haykırılsa bile acıyı duymazdan gelmek sadece empatisizliğimizden mi? Acımasız ve bencil miyiz? Hayır, “biz değil onlar” yaptı ile rahatlayabilir miyiz?
Peki, yoksa 1915’in tehcir kafileleri kentlerden geçerken onları görüp yoluna devam edenler (saldırıp soyan ya da öldürenler değil ama daha alelade vatandaşlar), 1970’lerde Çorum, Kahramanmaraş gibi kentlerde hemşerileri öldürülüp evi yakılıp yıkılırken yatıp uyuyanlar (cinayetlere iştirak edenler değil yine alelade vatandaşlar) bizler miydik? Arendt Nazi suçlarını işleyen alelade görevlilerin (iyi aile babaları, düzgün vatandaşlar gibi) kötü olabilirliğini ele aldığı ve Eichmann duruşmalarında gözlediklerine dayandırdığı Kötülüğün Aleladeliği’nde (1963) emir komuta zincirinde yer alarak yaptıklarının sonuçlarını aklına bile getirmeyen alelade kötülerden söz eder. Belki de, kitlesel dalgalarla yıkım ve yağmacılığa sürüklenenleri de bir tür (çoğunlukçu) emir komuta zincirinin içinde görmeliyiz.
Ama sorular bitmez: Kötülük yapan, kötü olduklarının bile farkında olamayacak kadar kendi yaptıklarını değerlendiremez olanların sorumlusu kimdir? Yetiştiren anne-babaları, eğitim sistemi, yoksa hedef gösteren ve sürükleyenler mi? Suçu bizzat işlemese de insanlara kötülük yapılmasına kayıtsız kalanların, ses çıkartmayanların ruh hali nedir? Travmatize olmuşuzdur herhalde, ama yıllar içinde ve kuşaklar boyu birikmiş travmatik etkilerin hangisinin etkisi altında böyle davranmaktayızdır?