Ne kadar zor bir kış geçirdiğimin farkındasınız sevgili okurlar. Arka arkaya iki büyük kayıp yaşadım. Aşem’e şükür ki yazı yazmayı hiç bırakmadım. Kâh size dert yandım, kâh bambaşka konulardan söz etmeye çalıştım. Ancak acım o kadar büyüktü ki, âdeta bitkisel bir yaşam sürdürüyor, her gün ama her gün gözyaşı döküyordum. Derken bir gün benimle aynı acıları yaşamış olan bir hanımla tanıştım. Kendisi yurt dışındaki veraset işi için evraklarımı tercüme etti ve yine aynı iş için buluştuğumuz gün bana şöyle dedi: “Rahmetli eşini (onun anısını tabi) çok güzel bir yere yerleştir ve orada bırak.” Bu fikir bana başta ters geldi çünkü itiraf ediyorum, ben hüzünle besleniyordum. Hâlbuki eşimin ruhunun, benim iyi olduğumu bilerek huzura kavuşması gerekiyordu.
Temmuz ayında kız kardeşimin eşinin bağlarının bulunduğu (kendisi şarap imal eder) bir Trakya kasabasına tatile gittim. Deniz bana hep iyi gelir. Bilmem nasıl oldu ama evrene bir mesaj yollama ihtiyacı duydum ve seneler önce yazdığım kısacık bir şiiri Facebook’a koydum: “Gözyaşlarım kuruyunca gel, hayatıma gir, kınına giren bir kılıç gibi.”
Şimdi zannedeceksiniz ki bu çağrımı duyan biri bana cevap verdi. Yok, öyle olmadı. İnanıyoruz ki, ölmüş sevdiklerimiz devreye girdi ve yazışmamızı sağladı. Öyle diyorum çünkü açıklaması imkânsız olaylar bizi bir araya getirdi. Şehir dışında olduğum için keyifle, ağırdan alarak, rahat rahat ama büyük bir samimiyetle yazıştık. Yaklaşık on beş gün sonra karşılaştığımızda, birbirimiz hakkında her şeyi biliyorduk.
Artık beraberiz. Hayatın zorluklarına birlikte göğüs geriyoruz. Rahmetli eşimin mevlutlarını birlikte yapıyoruz, mezarını birlikte ziyaret ediyoruz. Daha önce hiç tanımadığım bu kişinin, senelerce eşimle sinagogda yan yana oturduğu ve gayet güzel sohbetlerinin olduğu aklınıza hiç gelir miydi? Acıma saygı gösteriyor. Onun yanında kaybettiklerim için hiç çekinmeden ağlayabiliyorum. Aynı zamanda beni gençliğime geri götürüyor.
İnsan kalbi çok büyük. İçinde her sevgiye yer var. Eşimi unutmadım ama yeni bir aşk da sığdı yüreğime. Aşem’e her gün şükrediyoruz birlikte.
Birlikte Yom Kipur için Yeruşalayim’e gittik. Açıkçası bizi vazgeçirmeye çalışanlar çok oldu ama kimseye kulak asmadık. İlk gün iki kez Kotel’e (Batı Duvarı’na) gittik. Birincisinde kişisel dualarımızı ve teşekkürlerimizi sunduk. Sevdiklerimiz ve kendimiz için yakardık. Nasıl olduysa duvar dibinde yer buldum. Kollarımı yukarı kaldırarak bütün bedenimi ılık taşlara yapıştırdım. Sona taşları hafif hafif okşayarak içimi ve gözyaşlarımı döktüm. Herkes için yakardım.
Akşamına son selihot için yeniden Kotel’in yolunu tuttuk ve bir mucizeye tanık olduk: Buraya artık bir kişi daha sığamaz dediğiniz bir alana akın akın gelen kişilerin kendilerine yer bulmak bir yana, nasıl rahat hareket ettiklerini de gördük. Belki iki yüz bin kişinin aynı anda selihot okumasını izledik. İnanın, çok duygulandırıcı bir görüntüydü.
Sonra Yom Kipur geldi çattı. Hayatımızda hiçbir Yom Kipur’u böyle rahat ve huzurlu geçirmedik. Bunu Yeruşalayim’in mistik havasına bağlıyoruz. Çok sıcak bir havada, evimizin rahatlığından uzakta, yirmi beş saat aç susuz kaldık. Günün en sıcak saatinde, yokuş yukarı bir saat yürüyerek Kotel’e gittik. O, erkeklerin yanına gidip bir minyana katıldı, ben kadınların yerinde oturarak dua kitabımı okudum. Her zaman yaptığım gibi her bir cümle üzerinde uzun uzun düşündüm. İnanması zor ama su içmek için bile yarım saat yok yürüdük, hiçbir zorluk çekmedik. Yemek, çok daha sonrasına, otele vardığımız zamana kaldı, acıkmadık bile.
Şofarlar çalındığında kadınlar bölümünün çeşmesinde buluşmayı kararlaştırmıştık. İlk şofar sesi duyulduğunda yola koyuldum. Beni beklediğini görünce, evet dedim kendi kendime, umut hep var.