Edebiyat sınavlarının en beylik sorusudur: Şair burada ne demek istemiş? İşin aslını ararsanız, tarih boyunca hiçbir şair, yazdığı şiirlerde ne demek istediğini kendi de bilmemiştir. Şiirde anlam aramak, evin duvarlarına renk beğenmek için bir resim sergisi gezmekten farksızdır. Çünkü, şiirde anlam arayanlarla duvar örüp ufku daraltanlar aynı sığ suların balıklarıdır. Şairin derdi bir şeyler anlatmak olsa kâğıda düzünden girer, yani düzyazıya başvururdu. Bir şiir üzerine elbette konuşulur, düşünce belirtilir. Ama aynı şiir hakkında birbirinden farklı olan düşünceler arasında bir puanlama yapılamaz.
Örneğin, “Türkiye neden bu hallere düştü?” sorusunun yanıtını vermek için kurban edilen bir şiir vardır:
Orda bir köy var uzakta,
O köy bizim köyümüzdür
Gezmesek de, tozmasak da
O köy bizim köyümüzdür.
Şiirden anlam çıkararak varılan siyasi sonuç şudur: “Ülkenin köylerine, kırsalına öyle uzaktan bakarsan, gidip ilgilenmezsen olacağı budur zaten!”
Anadolu’nun özellikle 1950’li yıllardan sonraki siyasi iktidarlar tarafından ihmal edildiği, tayini Doğu illerine çıkan memurların bir torpil bulup kaçtıkları ne yazık ki gerçektir. Bunu vurgulamak için Ahmet Kutsi Tecer’in dizelerini kullanan çok insan tanıdım. Şaire bu haksızlığın yapılmasının nedeni, okul yıllarında şiiri kazıyıp içindeki anlamı çıkarmak için ellerimize verilen kazmalardır. Oysa Ahmet Kutsi Tecer’in lirik dizeleri boks maçındaki hakemler gibi puan vermek düşüncesinde olmayanlar için akıp gider:
Orda bir ev var uzakta,
O ev bizim evimizdir.
Yatmasak da, kalkmasak da
O ev bizim evimizdir.
Bir yolculuk esnasında, uzakta gördüğü bir köyü ya da evi merak etmeyen, oralardaki yaşam hakkında hayal kurmayan, akşamüstü pişmekte olan yemeğin kokusuna burnunu uzatmayan var mıdır? Her insan, hayatının bir anında böylesi düşüncelerin kapılarını aralamıştır. Bu duyguyu dizelere döken sadece Ahmet Kutsi Tecer değildir. Orhan Veli’nin de benzer duyarlıkta dizeleri vardır:
Böyle gece yarısından sonra
Ne diye ışık yanar bu dağ evinde?
Ne yaparlar acaba içerdekiler?
Orhan Veli, yukarıdaki dizeleri içeren ‘Tenezzüh’ adlı şiirinden dolayı ‘memleket meselelerinden’ sorumlu tutulmadığı için şanslıdır, ama biz, edebiyatın bu sığ sularında gezinmek yerine, her zaman yaptığımız gibi derinlere dalalım…
Anadolu’nun, “yatmasak da kalkmasak da” bizim olan köy evlerinden birine doğru yaklaşıyoruz, vakit “gece yarısından sonra”…
Karı koca uyumuşlar çoktan… Daha doğrusu adam uyumuş, kadın, kocasının rüya denizinde kulaç attığından emin olmak istiyor! Yataktan usulca doğruluyor ve elbiselerini usulca giyerek, ses çıkarmasın diye yatmadan açık bıraktığı pencereden bahçeye atlıyor… Kadının gönlü başka bir adamdadır!.. Ve âşığı bir ağacın altında onu beklemektedir. İki sevgili kararlıdır, bu gece kaçacak, kimsenin kendilerini bulamayacağı bir yerde yeni bir hayat kuracaklardır…
Birkaç saat sonra koşmaktan yorulan iki sevgili nefes nefesedir. Soluklanmak için verdikleri ilk molada kadın, evden kaçtığından beri ayakkabısının içinde bir şeyin kendisini rahatsız ettiğini söyleyerek, elini, çıkarttığı ayakkabının içine sokar. Kadın, avuçlarında tutuğuna inanamaz, elinde bir tomar para vardır!
Kadının geride bıraktığı kocası her şeyin farkındadır… “Ama,” der kendi kendine, “bu kadının bende emeği var, çamaşırlarımı yıkadı, banyoda sırtımı sabunladı, önüme sıcak çorba koydu… Yaban elde muhtaç olmasın. Geride bırakılan koca, parasının bir kısmını, kendisini terk eden karısının giderek uzaklaşan adımlarının içine koyar…”
Töre ve namus cinayetlerinin gazete sayfalarından eksik olmadığı ülkemizde, unutulmaması, öne çıkarılması gereken işte bu ayakkabı öyküsüdür.
Ahmet Kutsi Tecer’in “Orda Bir Köy Var Uzakta” şiirindeki lirizmi kavrayamadan, onu Anadolu’dan uzak, kırsal kesimdeki hayata uzaktan bakan biri olarak algılamak büyük bir hatadır. “Ben ömrümün sonuna kadar Anadolu’yu dinleyeceğim ve onun sesini dinletmeye çalışacağım,” diyen Tecer, ülkeyi neredeyse köy köy gezmiş ve pek çok halk şairini ortaya çıkarmış, topluma kazandırmıştır.
O halk şairlerinden biri de, muhtaç olmasın diye, parasını evden kaçan karısının ayakkabısının içine koyan terk edilmiş koca, yani Âşık Veysel’dir!
Metin Erksan, 23 yaşında, genç bir yönetmenken, Âşık Veysel’in hayatını filme çeker. Senaryosunu Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun yazdığı filmde, bir başka adamla kaçan kadının öyküsü son derece usta bir anlatımla sunulur izleyiciye: Kaçan iki sevgili Kapadokya’ya gelir ve gece terk edilmiş bir kilisede gizlenirler. Adam, sabah kasabaya gidince kadın tek başına uyanır. Kilisenin duvarlarında İsa Peygamber’in gözleri oyulmuş resmini görür. Anadolu’da, resmin günah olduğuna inanan Müslümanlar, canlılıklarını kaybettirmek için kiliselerin duvarlarındaki fresklerin gözlerini oyarlar! Metin Erksan, bu müthiş sahneyi şöyle anlatır: “Kız uyanır uyanmaz karşısında Veysel’i görmüş gibi oldu. Birden bir çığlık attı. Ayağa kalktı, sağa koştu; duvarda altı Veysel ona bakmakta. Sola koştu, orada da gözleri olmayan altı havari ona bakıyor. O sahnede kızın telaşıyla birlikte, orkestra eşliğinde Ruhi Su’nun sesinden Pir Sultan Abdal duyulur.”
Eğer Erksan’ın, Veysel’in hayatını anlattığı Karanlık Dünya filmini izleyecek olursanız, ne yazık ki yukarıdaki sahneyi göremeyeceksiniz. Çünkü, bu sahne sansür kurulu tarafından makaslanmıştır! Zaten, filmin adı da “Dünya karanlık olur mu?” denilerek “Âşık Veysel’in Hayatı” olarak değiştirilmiştir.
Oldu olacak, şunu da yazalım: Sansür Kurulu, tarlaların göründüğü sahnelerde, başakları çok kısa ve cılız bularak “Türk topraklarının böyle bereketsiz olamayacağı,” gerekçesiyle filmden kaldırır. 1952 yılında çekilen filmde, Âşık Veysel’in yaşadığı Sivas’ın Şarkışla ilçesindeki son derece gür ve bereketli hasat sahnelerine aldanmayın. Bu sahneler, o yıllarda Amerika propagandası için çekilen filmlerden kesilerek, Âşık Veysel’in hayatına eklenmiştir!
O yerler Sivas değil, Amerika’nın Hudson Ovası’dır!