Zülfü Livaneli’nin, Kostantiniyye Oteli romanını okurken, kahramanı Emre’nin şu sözlerine takıldım: “İnsanların kısacık ömrü, hikâyeler olmazsa neye yarar?Bizi onlar koruyor, her şeye derinliğini ve anlamını hikâye veriyor. Hikâyesiz kalmış insanlara çok acıyorum.”
Öyküler, yaşantımızın bir parçasıdır. Öyküleri seviyoruz! Yeryüzünün hangi yöresinde istersek yaşayalım, yaşımız, bilgi ve eğitim düzeyimiz, inancımız ne olursa olsun, daha bilinçlendiğimiz andan başlayarak öykülere ilgi duyuyoruz. Bu ilgi, yalnızca bu tür kitapları okumak anlamına gelmiyor. Çocukluğumuzda masallarla uyuyor, daha ileri yaşlarda söylencelerle hayal ufkumuzu genişletiyor, öykülerle yaşamın gerçeklerine yaklaşıyor, anlatılan kıssalardan kendimize göre bir pay çıkarmaya çalışıyoruz. Yaşadığımız bir olayı başkalarına aktarırken, gördüklerimizi, duyduklarımızı, okuduklarımızı anlatma gereksinimi duyarken, öykülerin sıcaklığından olduğu kadar, onların inandırma gücünden de yararlanıyoruz. Her birimizin anlatma yeteneği kuşkusuz ki farklıdır; ancak okuduğumuz ya da dinlediğimiz bir öykü, bizi her zaman ele alınan konuya yakınlaştırmış, duygusal ve düşünsel alanda kahramanlarıyla özdeşleşmemizi sağlamıştır.
Zülfü Livaneli’nin, Kostantiniyye Oteli romanını okurken, kahramanı Emre’nin şu sözlerine takıldım:
“İnsanların kısacık ömrü, hikâyeler olmazsa neye yarar?Bizi onlar koruyor, her şeye derinliğini ve anlamını hikâye veriyor. Hikâyesiz kalmış insanlara çok acıyorum.”
Her toplumda yer alan inançlar doğrultusunda anlatılan masallar, söylenceler, öyküler, alegoriler, bir bakıma o geleneklerin düşünsel zenginliğini ortaya koymaktadır. Nitekim bu öğretilerin anlaşılmasında ve yayılmasında, öykülerin etkileri yadsınamaz.
Peter Guber, Yeni Gine Papua’ya yaptığı bir yolculuğu anlatır: Yazarın ilk gördüğü, oradaki insanların hâlâ taş devrindeki ataları gibi yaşıyor olmalarıymış. Öyle ki, gittiği 2005 yılında, yaşamları boyunca hiç beyaz insan görmemiş olanlar varmış. Yazar kimi gözlemlerini aktardıktan sonra, yazı dili olmayan bu insanlar için öykü anlatmanın bir yaşam biçimi olduğunu söylüyor. Her kabilenin kendine özgü giysileri, doğal yaşam ortamı, gıda ve avlanma alışkanlıkları ile inançları varmış. Tümü, öyküler aracılığıyla aktardıkları kültürlerin unsurlarını oluşturuyormuş. Kabilelerin ayakta kalması, ancak bu öykülerin yeni kuşaklar tarafından öğrenilmesi ve yaşamasına bağlıymış. En önemli öyküler de, kabileye kabul töreni ritüelinde aktarılıyormuş. Kısacası, eğitimlerini bu öyküler aracılığıyla veriyor, onlarla düşünüyor, anımsıyor, iletişim kuruyor ve birbirlerine bağlanıyorlarmış. Onların dilinde “konuşmak”, “öykü anlatmak” anlamına geliyormuş. Bu yüzden kabilenin her üyesi, hem bir dinleyici hem de doğal bir öykü anlatıcısıymış.
Şimdi düşünüyorum:
Hangimiz yeri ve zamanı geldiğinde, bir öykünün iletisine sığınarak kendimizi anlatabiliyoruz?
Gençlerimizin kullandığı oldukça sınırlı sözcüklerle bırakın bir öykü kurgulamayı, yaşamından ya da okuduklarından bir şeyleri paylaşmadaki eksikliklerini, yaptıkları konuşmalardan, yolladıkları iletilerden görebiliyoruz. Oysaki başarının ilk adımı, kendimizi en iyi şekilde anlatmakla atılabilir. Bu da ister bireysel öykümüzle olsun, isterse bir ürünün yaratma süreciyle ortaya konsun, hedef kişi ya da kitlenin duygusal ve düşünsel alanlarını kışkırtmak anlamına gelmektedir.
Kısacası şunu söylemek istiyorum:
Kimi zaman anlattığımız ya da dinlediğimiz bir öykü, yaşama bakışımızı değiştirmede etken olabilir, ona yeni anlamlar katabilir!