Havanın bulutlu ve karanlık bir hal almasının insanların üzerindeki yapışkan iyimserliği sıyırması bana hep olumlu gelmiştir. Zira havalar cıvıl cıvıl giderken insanlar hayatın da iyi gittiğine dair bir imaj çizmek zorunda kalıyorlar. Beklentilere ayak uyduracak kadar mutlu olmasalar bile.
Kişisel gelişim kitaplarında içimizdeki ‘devi’ uyandırmakla ilgili öğütler ve örnekler verilir. Bu tür başarılı çıkışların örneklerini görmek nedense insanları daha hasetli ve mutsuz yapıyor. Kendi yetersizliğini ve başarısızlığını hissettiriyor. Beklentilerin düşük olduğu her yerde, başarı şansı daha fazladır. Alain de Botton’un dürüstçe itiraf ettiği gibi, erkekler için yatak odasında bile durum böyledir. Hayattan da beklentileri düşürmek mutluluk şansını arttırıyor.
Hüznün ve karamsarlığın insan gelişimine büyük katkısı olduğunu savunan pek çok filozof var. Nietzsche karamsarlık hissetmeyen insanların mutluluğu bulamayacağını düşünüyor. Mutluluk ve mutsuzluğun ikiz kardeş olduğunu, beraber büyüyeceklerini veya beraber küçük kalacaklarını savunuyor. Sevdiği kişilere acı, hüzün ve özgüven eksikliği diliyor. Acı çekebilme yeteneği ile yüce bir şey yaratabilme arasında doğru ilişki görüyor. Alkol kullanan insanların acıyla yüzleşme fırsatını kaçırdığını ve kısa sürede tekrar iyi hissetmeye başladıkları için gerçek verimlerine ulaşamadıklarını savunuyor. Din de aynı narkotik etkiyi yapıyor ona kalırsa. Sonuçta karamsarlıktan köşe bucak kaçmaktansa onu kucaklamak gerektiğini düşünüyor.
Alain de Botton’un Pesimizm adlı konuşmasından birkaç tavsiye vererek devam edeyim. Nasıl iyi mutsuz olunur gibi bir liste. İlk öneri, hayatımızın kısa olduğunu ve ölümlü olduğumuzu hatırlatacak küçük bir sembolü göz önünde tutmak. Örneğin tarih boyunca insanlar çalışma masalarını kuru kafa ile süslemiş. Bundaki neden çaresizlik hissetmek değil, hayatta neyin önemli olduğuna odaklanabilmek. Önemsiz ayrıntılarla ve hesaplaşmalarla vakit kaybetmeden önceliklere yönelebilmek.
İkinci önerisi geçmiş medeniyetlerin kalıntılarını ziyaret etmek. Mısır ve Yunan kalıntıları kadar eskiye gitmek veya bir zamanlar ultra modern olan hurda araç yığıntılarını görmek de olabilir. Böylece bizi işyerinde ve sosyal hayatta ufak, değersiz göstermeye çalışan insan başarılarının aslında geniş perspektiften bakınca çok da kalıcı olmadığını anlayabiliriz. Kendimizi ufak ve değersiz hissetmek istiyorsak buradaki kriter sonsuzluk olmalı, insan başarıları değil.
Son olarak da, hüznün insana yakışan bir olgunluk ve derinlik verdiğini savunuyor. İlişkilerin acılarla ve hüzünle derinleştiğini ve anlamlı hale geldiğini düşünüyor. İki tarafın da sürekli sarhoş gibi mutlu olduğu ilişkilerin sığ kaldığını hâlbuki insanın bazen mutsuzluğunu yalnızlığını ve endişelerini ifade ettiği ilişkilerin daha kalıcı ve çekici olduğunu düşünüyor. Üzüntüleri ve karamsarlığı tam doyasıya yaşamayı tavsiye ediyor.
Kısacası, içimizdeki karamsarlığı örtbas etmeye çalışmak bizi hem büyük mutluluklara ulaşmaktan alıkoyacak, hem derin ve anlamlı ilişkiler kurmamızı engelleyecek, hem de daha az çekici ve sığ hale getirecek. O zaman biraz karanlığımızı açığa çıkarma zamanı gelmedi mi?