Nöronlarına kurban!

Bahar FEYZAN Köşe Yazısı
28 Ekim 2015 Çarşamba

Seçim ve siyaset Türkiye’yi bugünlerde yeterince deli ederken haberiniz olsun dünya, birleşmeye ve beynin sınırlarını yıkmaya doğru koşuyor. Amerika’da havaalanlarından tutun, yeni gösterime giren filmlere kadar birleşim modası başlamış. Hatırlaması kolay son örnek, Ridley Scott’un yönettiği ‘Marslı’ filmi… Bir kişiyi Mars’tan kurtarabilmek için seferber olan dünyada, güçlü tek ülke değil, Çin’den ve ulaşabildiği her yerden destek alan bir Amerika karşımıza çıkıyor. İnsanın ise en ütopik haliyle Mars’ta bile olsa yaşamaktan vazgeçmemesini sahne sahne işleniyor. Bana sorarsanız film, son zamanlarda komşularıyla geçinemeyen Türkiye’ye çok önemli mesajlar vaat etmiş. Malum, Türkiye artık komşularından gelen desteklere kapalı ve yalnızlaşan huysuz bir ihtiyara dönüştü. Koalisyon kuramamak bile birleşime ısrarla nasıl kapalı olduğumuzun en açık kanıtı... Anneannem, “bu halk size daha ne yapsın, anlaşıp bir araya gelemediniz” dilini sürdürürken, bilim tarafı ise konuya artık daha farklı açılardan yaklaşmaya başladı. Sonuç! Merak etmeyin “bu kafalar değişmez” konusu artık bilimin ellerinde…

Nöronlar üzerine uzman ve bilim adamı sayılan yazar David Eagleman, yeni kitabı ‘The Brain’de hayatımızın akışına dair çarpıcı tespitler ve deneyler yaparak işe başlamış. (Bir önceki kitabı Incognito Türkiye’de en iyi satanların arasında yer aldı.) Mesela, herhangi bir sebepten ötürü zarar gören beynimiz, anında kim olduğunu değiştirmeye başlıyormuş. Zarardan kastım vurma ya da çarpma kesinlikle değil. Basit bir ilaç, düşünce, baskı, stres, seyrettiğimiz film ve yaptığımız iş dahil karşılaştığımız her şey bizi, istesek de istemesek de yeniden şekillendiriyor. Peki, öyleyse geçekte kimiz? İçimizin derinlerinde gizlenen başka biri mi var? Soruyu bizzat kendisi sormuş. Ama düşüncesi bile ürkütücü geliyor değil mi? Yani ben gerçekten ben değilsem o zaman kimim? Bilmem! Kimsin sahi? Gerçi soru, Türkiye’de daha çok kavgalarda kullanılıyor. Sen kimsin, ben kimim, sen benim kim olduğumu biliyor musun falan… Aslında kavganın orta yerinde sorup karşı tarafa görünmeyen yumruğu basabilirsiniz de! 

Fakat şöyle devam ediyor. Her dört ayda bir hücrelerimiz, her birkaç haftada bir cildimiz ve yedi yılda bir vücudumuzdaki her atom, yerini yenilerine bırakıyor. Yani teknik olarak kendimize göre bir üst fiziksel model sayılıyoruz. Fakat anılar olduğu gibi kalarak bizim en büyük düşmanımız olma potansiyelini taşıyorlarmış. İlizyonlar da, tam olarak anılar diyarında başlıyor. Tek kurtuluş yolumuzun ise anıların beynimizde kurduğu boy boy nöron köprülerinin manipülasyona açık kalmasıymış. Bunun neresi iyi diyecek olursanız, manipülasyonu kendi yararımıza yapmamız gerektiği yazıyor. Çünkü geçmiş anıların, vefalı ve sadık olmadığı açıkça benimsenmiş.

Çapıcı bir örnek, ‘Akiyoshi Kitaoka’nın internet üzerindeki illüzyonları üzerinden veriliyor. Lütfen internete girip bakın. Çok tuhaf dakikalar geçireceğiniz garanti. İç içe geçen şekillere bakınca, çizimlerde aslında hiçbir şeyin yerinden kıpırdamadığını bilmemize rağmen onları hareket halinde görüyoruz. Bu durum, gerçekliği bastırdığımıza dair önemli bir kanıtmış.

Bugüne kadar ruhani dünyanın söylemleri olan, illüzyondan ibaret yaşantılarımıza dair fikirler, bilim adamları arasında, nöronlar aracılığıyla kanıtlanmışa benziyor. Ruhani öğretiler, meditasyonla nöron köprülerine ulaşmanın bir yolunu gösterebilir. Fakat yıllardır köprülerini beynimizin içinde kuran nöronlara yetişecek pratik bir müteahhit henüz ortada görünmüyor.

Ancak şimdi üstünde tepindikleri çalışmalar ise beynimizi nasıl yoğurmamız gerektiği üzerinde sürdürülüyor. Böylelikle tıbben, kaderimize şekil vermenin etkili bir yolunu edinmiş olacağız. Yani bir anlamda kendi beynimizi hackleyip, yeniden yoğurup radikal değişikliklere yol açabilecek kadar teknolojiye sahip olabileceğimiz günler çok yakında…

Fakat asıl soru tüm bu ilerlemeleri kaydettiğimizde bile hala aynı! O halde gerçekten kimiz? Sahi kimsin?

***

Çetin Altan’ın okuduğum ilk kitabı ‘Kahrolsun Komünizm Diye Diye Globallaşme’ olmuştu. Komünizmi ısrarla içine bastıran Ankara’yı öyle güzel anlatmıştı ki… Yıllar sonra onunla ilk karşılaşmamda eklediklerini dinlemeye doyamamıştım. Başka bir gün ise onunla telefonda yapacağım yayın öncesi, nerdeyse saatleri bulan telefon konuşmamızda, telefonu başka birine verip yayına yetiştim. Arkadaşım, Çetin Altan’ı dinlerken ben yayını bile bitirdim. Sonra telefonu arkadaşımdan alıp Altan’ı dinlemeye devam ettim. Anlatacakları hiç bitmezdi. Hepsini paylaşıp aktarmak isteyen haline bayılırdım. Aramızdan ayrıldı. Toprağı bol olsun.