1 Kasım’da seçmen tercihini kendi tanımladığı şekliyle, istikrardan yana kullandı. İlk kez bir siyasi parti 13 senelik iktidarı süresince, kısa süreli bir düşüş harici seçimlerden oylarını daha da artırarak çıkmayı başardı. Sonucu beğenelim; yahut beğenmeyelim.
Herkesin siyasi kumar olarak gördüğü erken seçim taktiği ile tek parti hükümeti kurmaya yetecek 317 milletvekili çıkaran - meclis içi ittifaklarla referanduma gitmeyi sağlayacak 330 sandalye sayısına ulaşmak zor, fakat imkânsız değil - siyasi aklın hakkını teslim etmek gerek.
Bu tercihin yaslandığı sosyo-ekonomik ve kültürel temelleri reddedip, seçmenin zekasını hor gören açıklamalara meyledenler maalesef büyük bir yanılgı içindeler. Gerek 7 Haziran, gerekse 1 Kasım seçimlerinin gösterdiği bir şey varsa; o da seçmenin gayet bilinçli tercihler yapmış olmasıdır.
Kuşkusuz, AK Parti’nin seçim zaferine katkıda bulunan birçok faktör var. Öncelikle Türkiye’de partilerin seçimlere eşit ve adil şartlarda hazırlandığı söylemek haksızlık olur. Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı’nın (AGİT) 1 Kasım seçimlerine ilişkin raporunda da belirttiği gibi, iktidar partisinin elinde bulundurduğu kaynakların orantısızlığından, radyo ve televizyonlarda muhalefet liderlerine tanınan propaganda sürelerine, muhalif gazeteci ve kurumları hedef alan tehditlerden, medya baskınlarına dek birçok unsur muhalefetin aleyhine işledi. Hatta 7 Haziran öncesi Diyarbakır’da patlayan bomba ile birlikte düşünüldüğünde, Ankara katliamı güvenlik endişesiyle başta HDP olmak üzere muhalefet partilerini miting yapmaktan alıkoydu.
Birçokları için hükümet, Suruç saldırısını takip eden dönemde çözüm sürecini bitirdiğini açıklayarak istikrar kayığını bizzat sarsmıştı. Ancak sandıktan çıkan sonuç, halkın yarısının kaosu bitirecek yetkinliği muhalefette görmediğini gösterdi.
Türkiye’nin yıllardan beri süregelen muhalefet sorunu hâlâ duruyor. Karizmatik lider eksikliği, genç kadrolara geçit vermeyen yapılanma ve örgütlenme zaaflarını bir kenara koyalım.
Milliyetçi Hareket Partisi lideri Devlet Bahçeli, koalisyon görüşmelerindeki uzlaşmaz tavrı ile muhalefet partilerine iktidar yolunu tıkamış olduğu gibi, kendi partisine de acı bir fatura çıkardı. Laik-dindar karşıtlığı yerine, ekonomik eşitliksizlik üzerinden geliştirdiği söylemler ve bu alandaki önerilerle seçmen kitlesini sola doğru genişletmeye çalışan CHP’nin koalisyon görüşmelerindeki ılımlı tavrı oylarında belirgin bir artış sağlamasına yetmedi.
7 Haziran seçimlerinde barajı geçerek, Kürt siyasetini meşru düzleme taşımayı başaran HDP’nin bu seçimlerde ayağına sıkan ise, PKK’nin çatışmaları tırmandırması oldu. Karizmatik lider Selahattin Demirtaş’ın kamuoyunun beklentilerini karşılayacak netlikte PKK terör eylemleri ile HDP arasına mesafe koyamamış olması, Doğu’daki özyönetim açıklamaları, hem emanet oyları hem de muhafazakâr Kürtleri yuvalarına döndürdü.
Seçim sonuçları HDP içinde muhakkak Türkiyelileşme yönünde fikirsel bir hesaplaşmayı beraberinde getirecek. Her şeye rağmen, bugün dört partili bir meclisin demokrasi açısından bir kazanım olduğunu görmek gerek.
Önümüzdeki dönem AK Parti’nin elindeki bu gücü nasıl kullanmayı tercih edeceği, siyasetin yönünü belirleyecek. Şayet, sandıktan çıkan sonucu açık çek olarak değerlendirirse, otoriter ve çatışmacı eğilimlerin artacağını tahmin etmek güç değil. Ancak seçim sonuçlarını seçmenin AK Parti’ye verdiği ikinci bir şans olarak görüldüğü takdirde, daha ılımlı bir siyasi çizgi izlenme olasılığı da var. AK Parti yöneticilerinin seçim sonrası beyanatlarındaki ‘uzlaşma’ vurgusu bu yöne işaret ediyor.
Evet; seçmen tercihini istikrardan yana kullandı. Ancak gerek ekonomik gerekse siyasi istikrarın sağlanabilmesi için içeride kendisiyle, dışarıda başkalarıyla kavgalı devlet imajından ivedilikle sıyrılmak gerekli.
Özellikle de sınırlarında cereyan eden iç savaşın maddi manevi yükü hissedilir ve cihatçı terör tehdidi can yakarken...
Bu bakımdan yeni hükümetin çözüm sürecini revize etmesi, toplum içinde kutuplaşmayı bir nebze azaltacağı gibi, Suriye ve Irak’ta izlenen politikalarda manevra alanını da genişletmeye yardımcı olacaktır.
Yine AK Parti’nin batıyla ilişkilerinin altın yıllarına referansla, AB çıpasının yeniden atılması, demokrasi, insan hakları ve hukukun üstünlüğü gibi değerleri yeniden gündeme taşıyarak, reformların hayata geçirilmesi için itici güç oluşturacağından, hem yabancı yatırım için güven ortamı tesis eder, hem de Türkiye’nin önemini salt jeopolitik konumuna mahkûm olmaktan kurtarır.
Tüm bu hedeflere ulaşmak için elimizdeki anahtar sözcük uzlaşma.
Bu yönde verilecek ilk sınav, partiler üstü işbirliği sağlanarak, demokratik, çoğulcu ve kapsayıcı bir anayasanın düzenlenmesi olacak.
7 Haziran seçimleri AK Parti’ye siyasi tercihlerinin sandıkta bir bedeli olduğunu gösterdi.
Hani o meşhur ‘demokrasi treni’ benzetmesine atıfla, trenden inmek yerine; varılacak istikametin rotasını değiştirip, yeni istasyonlar ekleyerek -bazılarına değil; herkese - hizmet götürmek de bir seçenek olmalı.