K aldığım otel odasında, yatağımın önünde mavi bir halı ve sehpa duruyordu. Karanlıktan tek görebildiğim aynı sokaktaki mavi kubbeli caminin ve hemen yanındaki kilisenin ışıklarıydı. Sonra tuhaf bir şey oldu. Dışarıdan yaklaşan kocaman bir ışık, odamın içini bir anda aydınlattı. Odamın kapıları açılmış, bütün tüller havalanmıştı. Fırtına çıkmış gibiydi ama camdan gelen rüzgâr ılıktı. Tüllerin arasından kocaman bir kırmızı belirdi. Sonra bileklerinde birbirine değdikçe sesi odada çınlayan bilezikleriyle tülü kaldıran dolgun parmaklı bir el göründü. Tüllerin kalkmasıyla bedeni ortaya çıktı.
Balık etli, kırmızılara sarınmış, çiçekli eteği kırmızının tonlarıyla doluydu.
“Demek o sensin” derken baştan aşağı odayı süzdü.
Otelin ana giriş kapısını tercih etmeyip, balkonu seçmesi gayet doğalmış gibiydi halinden. İçeri dikkatle iki adım attı. Ne tam dışarıya yakındı, ne de tam odanın ortasında duruyordu. Yatağımın karşısına dikildi. Kalkıp yanına gitmem gerektiğini hissettim. Ona doğru yaklaştıkça yüzündeki ifade yumuşuyordu. Eliyle balkonu gösterdi. Odanın içine doğru savrulan tül havalandığında garip bir arabanın, üçüncü kattaki pencerenin önünde durduğunu gördüm. Noel Baba’dan ödünç almış gibi görünen ve geyikleriyle uçan bir kızaktı. Üstelik havada bekliyordu! Sessizliğimi korumalıydım aslında…
“Noel Baba’nın değil mi bu kızak?”
Kaşlarını çattı. “Noel Baba mı! Her zaman benimdi!”
Kızağa sıkıca bağlandıktan sonra yanıma binip eliyle geyiklere işaret etti. Eğere sımsıkı yapışmıştı. Hareket etmeden önce bana döndü.
“Aşk Çingenesi’nin kızağına hoş geldin”
“Aşk Çingenesi mi?”
Elindeki dizginleri sertçe geriye çekip, ren geyiklerine doğru savurdu. Önce yere doğru hızla çakılacağımızı sanıp gözlerimi kapamıştım. Dizginlere olabildiğince gergin asıldığında Beyrut’un semalarındaydık. Ren geyiklerinin ışıklarıyla, gecenin karanlığında Hamra alışveriş merkezinin üstünde süzülüyorduk. Kızağın içinden şehri seyrederken aşağı düşme fikri imkânsız geliyordu. İyice yavaşladığımızda Aşk Çingenesi bana dönüp; “Aşka inanıyor musun?” diye sordu.
“Eski zamanların oyunu olduğuna inanıyorum” dedim.
“Hepiniz aynısınız!” Kızmış gibi söylendi.
Onu duymamış gibi etrafı seyrediyordum. Bir anda kızağın yukarı doğru tırmanışıyla bulutların arasından geçtik. Geyiklerin kıvrak dönüşü, sert esen rüzgârı, kısa sürede arkamızda bırakmıştı. Bir uçaktan daha yükseğe çıkabiliyorduk. Geçtiğimiz bazı yerlerde ise toprağa değecek kadar alçalabiliyorduk. Sonra tekrar ani bir yükseliş ve dönüş takip ediyordu tüm bu sürüşü. Çingene’nin söylediğine göre, gökyüzünde geçişler ve kestirmeler varmış. O geçişler kimi zaman toprağa yakın, bazen de gökyüzünün en tepelerindeymiş. Ren geyikleri bunları görebildikleri için en kısa yolları takip ediyorlarmış.
“İnsanların henüz keşfetmediği kadar kısa sürüyor aslında tüm yolculuklar” dedi. Söylediklerinin mümkün olup olmadığını kontrol edercesine her yanı inceliyordum. Arada geyiklere istikamet fısıldar gibi garip dilden bir şeyler söylüyordu.
“Henüz uçaklar bu geçişlerde ilerleyebilecek donanıma sahip değil, üstelik insanlar daha geçişleri de bulamadı. Harita ve mesafe meselesi sizin sandığınız gibi değil. Önemli olan gideceğin yerin geçişini bulman.”
“Eminim insanlık o günlere yakında ulaşacaktır.”
Öylesine söylemiştim aslında ama kahkahasını tüm Beyrut duymuş olabilirdi.
“Biz dokunmadan insanın bulduğu tek şey ne biliyor musun? Tekerlek.”
“Tekerlek mi?”
“Evet, sadece tekerlek! Üstelik diğer üçünü de biz yanına koyduk! Yani bulmuş bile sayılmazsınız”
“Ne yani icadı yapıp ne işe yaradığını bilmiyor muydu kimse?”
“Üstüne oturmayı denediniz sonra beraber yuvarlanmayı! Bu meselenin çok uzun süreceğini düşündük ve açıkçası daha fazla izlemeye dayanamadık.”
“İnsanların yetersiz olduğunu mu söylüyorsun? Hem siz de kimsiniz?”
“Senin henüz yaratmadığın masal kahramanıyım. Seni seçen de benim ayrıca!”
Söylediklerine cevap vermek istemiyordum. Rüzgârın sesini dinlemeye bırakmıştım kendimi. Doğru akımları seçtiğinde kızağı sanki üşeyerek diğer geçişe atıyordu. Rüzgâr sahiden gökyüzünün asfaltıydı. Şaşkınlığımı gizleyemiyordum. Hiçbir yerinde en ufak düğmesi, teknolojisi bulunmayan kızak, dünyada bildiğim uçan her şeyden daha hızlıydı. Arada hızımızı kesip sanki görünmeyen gökyüzü ışıklarını bekleyip, yolumuza devam ediyorduk. Neler olduğunu anlamaya çalışan halimi sezmiş olacak;
“Yüreğin isteklerine ulaşınca bütün sırları aşacaksın.”
Öylece bakıyordum devam etti.
“Bir aşık söyledi bunları. Nasıl da çapkındı! Bu cümleyi kulağına ilk fısıldayışımda yakaladı! Hiç kaçırmazdı. Ama ona hiç görünmedim, fısıldadım.”
Kimden bahsettiğini anlamıyordum. Anlamlı birkaç cümle söylemeye çalıştım ama her nedense, bu arabaya binerken, bildiklerim benimle binmemişti sanki. Kafamın içi bomboştu. Yine karmaşama güldü.
“Necip Mahfuz. Yüreğimdekileri bir tek ona verdim. Kulağı çok iyiydi. Aşkı en çok ona anlattım.”
“Ama o hep devrimi yazdı” diyebilmiştim.
“Yanılıyorsun. Aşkın katillerini yazmayı seçti. Tersinden anlattı aslında aşkı.”
Merakımı artık bastıramıyordum.
“Tüm bunların benimle ne ilgisi var?”
“Devirleriniz!!!”
Yazarların karakteri yarattıkları gibi karakter de yazarını yaratır. Aşk Çingenesi, aşkın katillerine devirler üzerinden haber gönderiyor. İktidar, aşkın katilidir.