Paris alev alev… Bu kez ne havai fişekler, ne Eyfel’de şenlik, ne de büyük mağazaların yanıp sönen parıltılı ışıkları var.
Cuma gecesi Fransa’nın başkenti Paris, terör saldırılarına hedef oldu. Ülke tarihinde, savaştan sonra ilk kez olağanüstü hal önlemleri alındı ve üç gün yas ilan edildi.
***
Cuma gecelerinin en güzel yanlarından biri, Şabat için ailece bir araya gelinmesi. Kısmen de olsa sorunlardan uzaklaşılır. Yemek sırasında hafta içi yaşanan hoşluklar paylaşılır, fikir danışılır… Bu süre zarfında televizyon kapatılır, acil bir durum olmadığı sürece de cep telefonları kullanılmaz. Dünya sanki o masanın etrafında olanlar için döner.
Biraz geç de olsa ertesi sabah olup biteni öğrendik. Önce bir donukluk hissi, ardından ürpermeyle karışık bir başkaldırı ve ‘yeter’ diye haykırma isteği. İki gün boyunca haber ve yorumları izlemek için televizyona yapıştıktan sonra, beynin uyuşan bir bölümü sorgulamaya başlıyor. Birileri çıkar uğruna düğmeye basıyor ve olaylar zinciri ardı ardına; ölmeyi, öldürmeyi hedeşeyenleri ortaya atıyor…
Terörün hiçbir türlüsünün haklı bir açıklaması olamaz. Ancak dünyanın birçok yerinde vuku bulan terör olaylarını da görmezden gelmek, sayfayı hemen çevirmek insanlığa sığmaz.
Her ne kadar, huzur insanın içinde desek de çevre faktörleri bunu her zaman mümkün kılmıyor.
Paris, gençliğimdeki ışıltılı, insanda hayranlık uyandıran, güvenli Paris değil artık. Zaten neresi güvenli ki? Etraf kapkaranlık sanki…
***
Kısa süre önce eşimle birkaç günlüğüne şehir dışında bir kasabaya gittik. Havanın güneşli ve çevrenin araba egzozundan uzak olması mutlu hissetmek için yeterliydi. Kasabanın tam ortasından geçen nehir küçük köprülerle iki yakayı bağlıyordu. Sıra sıra dizilmiş 2-3 masalık cafelerin birinde oturduk. Hem kahve içiyor, hem de etrafı gözlemliyorduk.
Aniden karşı tarafta elinde âmâ bastonu ile yürüyen bir delikanlı gördüm. ‘Yollar dümdüz, rahat gidebiliyor’ diye içimden geçirdim. Derken adamı izleyen bir âmâ topluluğunu fark ettim. İkili gruplar halindeydiler. Âmâların kolunda sarı zemin üzerine üç siyah nokta bulunan bir bant vardı. Her âmânın yanında da onun koluna girmiş, gözleri gören bir ‘arkadaş’ bulunuyordu.
Anımsadığım kadarıyla on kişiydiler. Biz kahvemizi ve yürüyüşümüzü bitirdikten sonra, birbirine bitişik olan mekânlarda, bir görenle bir görmeyeni, cafelerde oturmuş sohbet ederken izledik.
“Tanrım” dedim. “Bu nasıl bir denge? Onların dünyaları karanlık ama yüzleri gülüyor. Biz ise aydınlık bir dünyayı karartmaya çalışıyoruz.”