Paris’te meydana gelen ve 20 Kasım itibariyle kurban sayısının 130 kişiye ulaştığı terör eyleminin ertesinde deneyimli gazeteci Sn. Mehmet Y. Yılmaz, 16 Kasım 2015 tarihli Hürriyet gazetesindeki köşesinde ‘Bütün sorunların anası Filistin’dir’ başlıklı bir makale yayınladı. Yazısında, özetle, Filistin konusu kendisini itilmiş, ezilmiş hisseden İslam halklarının liderleri tarafından istismar ediliyor, dolayısıyla “Filistin sorunu çözülmeden bütün bu coğrafyaya egemen olan psikolojinin düzelmesine, radikal akımların yenilmesine imkân yoktur” diyor.
Sn. Yılmaz, İslamcı terör ile Filistin konusunu bağlantılandıran tek kişi değil. Aynı bağlantıyı kuranlardan bir diğeri İsveç Dışişleri Bakanı Margot Wallstrom. Ona göre, Müslüman gençler nezdinde yükselen aşırıcılıkla savaşmak için Ortadoğu çatışmasına ilişkin görüşmelere yeniden başlanması ve bir geleceği olmadığına inanan birçok Filistinlinin umutsuzluğuna çare bulunması gerekiyor.
İndirgemecilik
Amerika’yı, Afrika’yı, Asya’yı ve Avrupa’yı etkisi altına almış olan küresel terör sorununu İsrail-Filistin özeline indirgemek ve bu anlaşmazlığı temel neden olarak nitelendirmek işin kolayına kaçmaktır.
İndirgemeciliğe prim verirsek, özetle şöyle diyebiliriz:
Filistin sorununu çözmek için Yahudi sorununu çözmek lazım. Bu da, ya Hitler yöntemi kullanılarak ya da Yahudileri kendilerini savunamaz hale getirip söz konusu pis işi Araplara yaptırarak halledilebilir. Bu kanserden kurtulamadık gitti vesselam. Ya sabır...
Kolaycılığa kaçmadan
Ancak, neden-sonuç ilişkisini son 60 sene boyunca o bölgede yaşananlarla açıklamak kolaycılığına düşmeden, Arap halklarının durumunu önce makro ölçekte, ardından da Arap ve Yahudi milliyetçilikleri arasındaki çatışmanın mikro ölçekteki etmeni olan Filistin Arapları bağlamında inceleyebiliriz.
Gerçek şu ki, 1870’lerde bütün Müslüman Arap, Müslüman Türk, Hıristiyan Arap, Hıristiyan Avrupalı ve çeşitli Musevi bileşenleriyle, söz konusu coğrafyanın nüfusu 300 bin kişi civarındaydı.
Günümüz Filistin Araplarının büyük kısmı, aynı Avrupa’ya ekmek parası kazanmak için göçen yabancı işçiler ve ekonomik sığınmacılar gibi, Yahudilerin bölgede yarattığı iş olanakları sayesinde Mısır, Suriye, Hicaz ve hatta Irak coğrafyasından oraya akın ettiler. Yani bölgenin Arap ve Yahudi nüfusları birbirilerine koşut büyüdüler. Sonrasını bildiğimiz bu konunun aşamalarını yinelemeye gerek yok.
Filistin konusu önemli ama ikincil
Filistin konusu, gerçekte Arap/İslam dünyasının günümüzdeki yetersizliklerini görünür kıldığı için önemli.
Aslında sorun çok daha derin. Zira ne Arapların 1400 önceki Cihatçı fetihleri, ne de Kudüs’ü onlardan “Geri almak” için 900 yıl önce yaşanan Haçlı Seferleri’nin nedeni İsrail-Filistin çatışması değil!
Diğer bir deyişle, İslamcı terörün İsrail-Filistin sorunuyla ilgisi dolaylı ve ikincil.
İslamcı terörün temel nedenleri
Temel neden Atlantik Okyanusundan Hint Okyanusuna kadar olan coğrafyadaki geri kalmışlık, bunun sonucu olan aşırı nüfus artışına bağlı olan yoksulluk kısır döngüsüdür.
Durumun böyle donup kalmasının nedeniyse dinin siyasete alet edilerek kadının metalaştırılması ve modernleşmenin engellenmesidir.
Atatürk bunu algıladığında ve çağdaşlaşma devrimlerini başlattığında ortada İsrail filan yoktu!
Arap/İslam dünyasındaki geriliği ve donukluğu inceleyen, yazarı Dan Diner olan ‘Mühürlenmiş Zaman – İslam Dünyasındaki Durgunluk Üzerine’ adlı kitap bu olguyu radikalleşme ve kutsallık konularına değinerek çok güzel inceliyor.
Tarihçi Bernard Lewis ise Müslüman toplumların Batı uygarlığıyla etkileşim içine girdikten sonra geliştirdikleri radikalleşmenin nedenlerine odaklanıyor: Başlangıçta, Müslümanların Batı uygarlığına olan yaklaşımları hayranlık ve taklit isteği biçiminde ortaya çıkmıştı. ... Günümüzdeyse bu duyguların yerlerini düşmanlık ve inkâra bıraktığını; geçmişi şanlı bir uygarlığın çocukları olarak Batı ile yarışamamanın ezikliğinin bu ilişkilere egemen olduğunu; ... Radikalleşmiş kesimlerin ise başlıca iki düşmanının laiklik ve çağdaşlık olduğuna tanıklık ediyoruz. Bu olgunun hükümet siyasetlerinin çerçevesini aşkın (transcending) bir duruma işaret ettiğini ve bir Medeniyetler Çatışması’ndan aşağı kalır yeri olmadığını teslim etmek gerekir. Bu belki de mantıksız tepkinin, eski rakip Yahudi-Hıristiyan uygarlığının laik bir görünümle dünyaya yayılmış biçimiyle ortaya çıkmış olmasına bağlamak olasıdır. Bizlere düşen ise kışkırtmaya gelmeyip benzer mantıksız bir tutum takınmaktan sakınmak olmalıdır. Kaynak: Bernard Lewis, The Roots of Muslim Rage, Atlantic Monthly, September 1990, in http://f.hypotheses.org/wp-content/blogs.dir/166/files/2009/12/The-Atlantic-Online-_-September-1990-_-The-Roots-of-Muslim-Rage-_-Bernard-Lewis.pdf
Mea Culpa gereği
Yahudi konusuna dönecek olursak, Müslüman dünyasının da aynı Hıristiyan Katolik dünyası gibi Yahudi kardeşleri bağlamında bir ‘Mea Culpa’ (Hıristiyanların günah çıkarırken söyledikleri “Benim suçum” anlamına gelen deyim) yapmasının zamanının geldiğini düşünüyorum.
Katolikleri temsilen Vatikan, 1965 yılında Nostra Aetate tutum beyanıyla Yahudilere 1640 yıldır çektirdikleri için özür dileyerek barışma yolunu seçmiş ve Hıristiyan dini kaynaklı Yahudi karşıtlığını Katolik mezhebinin inancından söküp atmıştı. Darısı başımıza!
Zihniyet değişikliği
Burada vurgulanması gereken, Filistin Araplarının İsraillilerle olan kavgalarını milli/siyasi düzlemden dinî düzleme taşımayı başarmış olmalarıdır.Arkasına saklanan Yahudi’yi, öldürülebilmesi için ele veren Garkad ağacını konu alan söylem ne yazık ki hâlâ Hamas’ın tüzüğünün bir parçası.
Sn. Mehmet Y. Yılmaz’ın söylem biçimini kullanacak olursak, asıl bu zihniyet değişmedikçe radikal akımların yenilmesine imkân yoktur!