Milliyet, bu yıl, Çetin Altan’dan sonra ikinci büyük kaybını verdi. Uzun süredir hasta olmasına karşın, usta gazeteci yazar Hasan Pulur’un vefatıyla derinden sarsıldım. Gazeteci olarak bir duayen, bir idoldü benim için. Gerek kendine, gerekse okurlarına karşı saygısı, Türkçeyi mükemmel kullanımı, yazılarının içeriği kadar önemliydi. Uzun yıllar, köşe yazılarını, ‘nasıl feyiz alırım?’ düşüncesiyle takip ettim. Yanılmıyorsam, Sami Kohen’le odaları yan yanaydı. Eski bir dostu kaybetmek, ona da ağır gelmiştir. Kendisine baş sağlığı dilerim. Hasan Pulur Aşiyan Mezarlığında toprağa verilecek. Aşiyan’ın tarihçesini iyi bilmiyorum ama çoğunlukla yazın ve edebiyat dünyasına ait kişilerin ebedi istirahatgâhı olduğu kanısındayım.
Kimse ölümsüz değil. En çok üzüldüğüm, sayıları giderek azalan bu insanlarla, bir ‘ekol’ün, bir dönemin son bulmasıdır.
Allah rahmet eylesin.
***
Bu haftanın konuları çok neşeli sayılmaz. Aslında seçenekler çok farklı değil; iyi gün var, kötü gün var. Geçtiğimiz hafta, ‘Pulur dönemi’ misali, bir dönemi daha kapatmak üzere Aşkenaz Mezarlığındaydım. Bir arkadaşımız annesini yitirdi. Nedense insanlarda vefat eden kişinin yakınlarını süzmek gibi bir alışkanlık vardır. Ne görmeyi beklerler, hiç anlayamadım. Ben daha çok gelenlere bakarım. Vefat eden yaşını almış birisiyse doğal olarak yaşıtlarını pek göremezsiniz. Gelenler, aile dostları ve yerine göre iş çevresidir. Gözüm rahmetlinin yakınları arasında bulunan üç-beş beyaz saçlı bayana takıldı. Yaşlarına rağmen bakışlarında bir dirilik, duruşlarında bir zarafet vardı. Giderek küçülen söz konusu cemaat sanırım herkesten önce eğitime, müziğe, güzel sanatlara ve hayırseverliğe önem vererek hayata başladı. Böylesi bir yaşam şeklinin içinde büyüdüğünüz zaman doğal olarak farklı sularda yüzüyorsunuz.
Hanımefendiyi son yolculuğuna uğurladığımız gün gökler açıldı adeta, öylesine kuvvetli yağıyordu. Gür sesini anımsadığımda, ‘kendisine yakışır biçimde gitti’ diye geçirdim.
Onunla da bir dönem daha kapandı.
Mekânı cennet olsun.