Yıllarca önce yoğun bir kar yağdı, bir anda İstanbul beyaza büründü. Ve ben, kentin merkezinde, genç yaşımda, dünyada hüküm süren insafsızlığın acısını yaşadım. Yürekli bir otobüs şoförünün, insan hayatı kurtarmak için verdiği çabanın TV´de yer alan haberinden yola çıkarak bir yaşanmışlığımı paylaşmak istedim bu hafta, gündemin tüm olumsuzluklarını
İstanbul’da bir süre önce Özel Halk Otobüsüne binen genç bir kadın tam kartını basacağı sırada kalp krizi geçirerek bir anda yere yığıldı. Yardımına koşan otobüs şoförü Murat Evin ve yolcular ambulans çağırdılar.
Ambulansın gecikmesi üzerine şoför genç kadını otobüsle hastaneye götürmeye karar verdi. Trafiğin tıkalı olan bölümlerinde otobüsten aşağı inen bir yolcu yolu açmaya çalıştı. Bu sırada bir ambulans gören şoför, otobüsü durdurarak ambulansa doğru koşmaya başladı. Ancak ambulansın dolu olduğunu görünce yeniden direksiyon başına geçerek hastanenin yolunu tuttu. Özel Halk Otobüsü yönetimi genç kızı hastaneye yetiştirerek yaşamını kurtaran şoför Murat Evin’i insancıl davranışından dolayı ödüllendirdi.
CNN Türk ekranında izlediğim bu görüntü beni yıllar öncesine taşıdı. 1970’li yıllar. Yeni evliyim ve sabah saat 10’da Beyoğlu’na bilet almaya gidiyorum. O yıllar sinemaya Beyoğlu’na gidilir ve bilet zor bulunduğundan veya karaborsadan almamak için erkenden satın alınırdı.
Evime dönmek için Taksim Meydanı’nda, The Marmara Oteli karşısında dolmuş kuyruğunda bekliyorum. Uzunca bir kuyruk var ve tipi ansızın bastırdığından anında ortalık beyazlara büründü. Önümde karın kapladığı bir tümsek. Yaklaşıp yokluyorum, yere serilmiş bir insan vücudu. Yanımda sırada bekleyen ben yaşlarda bir gençten yardım istiyorum. Bedeni kaldırıp hastaneye yetiştirmek için taksileri durdurmaya çalışıyoruz. Duran yok. Polisten yardımcı olmasını istiyoruz; “Ben trafik polisiyim, benim görevim değil” diyor.
Sonunda bir arabanın önüne atılıyorum, mecburen duruyor ve diğer gençle birlikte adamcağızı arka koltuğa yerleştiriyoruz. Cihangir’deki İlk Yardım Hastanesi iki adımda, ama ulaşabilirsen ulaş. Trafik tıkanıklığından varmamız belki bir saat alıyor. Hastane kapısına ulaştığımızda, hademeden sedye istiyoruz; “Sedye hastane dışına çıkmaz!” yanıtını veriyor.
Genç, kollarından, ben bacaklarından ağırlaşan bedeni içeri taşımaya çalışıyoruz, zavallıcığın yarı vücudu açıkta. Hastanenin girişine bırakıyoruz, cebi boşaltılıyor, pek fazla da bir şey çıkmıyor. Görevimizi yerine getirmenin rahatlığı ile hastaneden ayrılmaya kalkışıyoruz. “Hop nereye?” diyor bir görevli; “Adam ölmüş, karakolda ifade vermeniz gerekiyor!”
“İyi” diyoruz ve Beyoğlu Emniyet Müdürlüğüne yollanıyoruz. Anımsadığım, insanın içine kasvet veren karanlık bir mekân ve bir sıranın arkasında daktilo başında ifade alan iki polis görevlisi. Kalabalık, oda dopdolu, bekleyenler, ana baba günü… Görevli soruyor; “Baba adı, ana adı…” Tutulan zabıtlar, her tuşa basış dakikalar alıyor, tık… tık…
Öğle oluyor, akşam oluyor, hava kararıyor. Eşim meraktan çatlayacak. O dönemde cep telefonları yok tabi. Diğer genç dayanamıyor, sesini yükseltiyor. “Ya, iyilik yaptık, belamızı mı bulduk!” Vay sen misin bunu söyleyen; zabıt tutan görevli; “bak sizi polise hakaretten içeri atarım!” tehdidi ile üstümüze yürüyor. Neyse daha vicdanlı olan şef bize acıyıp; “Bu seferlik af ediyorum” diyerek araya giriyor ve gece yarısı ifademiz tamamlandıktan sonra serbest bırakılıyor, eve dönebiliyoruz.
Aradan birkaç gün geçtikten sonra evimin telefonu çalıyor. Bir kadın veya genç kız sesi; “Babamı hastaneye siz taşımıştınız. Acaba son sözü ne oldu?” diye soruyor. Ölen bir Musevi vatandaşı imiş ve her halde soğukta kalp krizi geçirmiş. “Hiç konuşmadı” diyorum. Kadın; “Tanrı sizden razı olsun” diyerek teşekkür ediyor. O teşekkür belki her şeye değerdi.
Aradan bunca yıl geçtikten sonra, her insanın davranması gerektiği şekilde davranmış olmakla övünç payı çıkarmak değil tabi ki amacım… 40 yılda ne değişti diye soruyorum kendi kendime. Resmi dairelerde ‘Remington’ daktilolar yerlerini bilgisayarlara bırakalı çok oldu, her şey daha düzenli ve çağdaşlaştı. Ancak yoğun trafikte acı acı öten ambulans sirenlerini duydukça içim cız etmeye devam ediyor. Kim bilir kaç kişi hastanelere geç kaldığından yaşamını yollarda yitirmeye devam etmekte?
“Ne kefil, ne şahit ol” sözünün hala geçerliliğini koruduğuna inanıyorum. İçiniz elveriyorsa, hiçbir şeye bulaşmadan yaşayıp gitmek de var. Yaşam ülkemizde hala çok ucuz, Murat Evin gibi kişiler ise parmakla sayılacak kadar az.