Türkiye’yi kuranların yaratmaya çalıştıkları kültürel dünya her daim muhafazakârlarca kınanmıştır. Muhafazakârlar aslında yapılmak istenenin halkımızı köklerinden koparmak, köksüzleştirmek ve böylece Batı’nın sosyal ve kültürel değerlerini bunların yerlerine koymak olduğu iddiasındadırlar. Bu iddialarını da Osmanlı’nın köklü geçmişiyle sağlamlaştırmaya çalışırlar. Ama gel gör ki o çok beğendikleri ve öykündükleri Osmanlı dedeleri sandıkları kadar ‘halk tipi’ değillerdi.
Çağdaşlaşma adına yapılmış tüm devrimlerin de aslında en azından yüz elli yıllık bir geçmişi, dayanakları var. Atatürk, bir zamanlar maalesef tüm ilköğrenim ve ortaöğretim hayatımızda ‘gökten zembille inmiş bir melek ve hatta yarı-peygamber’ gibi öğretildiğinden, insanlar onun geçmişin izlerinden yürüyen ve tüm bu yönelimin zirvesine ulaşan adam olduğunu öğrenemiyor, göremiyor, anlayamıyorlar. İşte tam da burada bu devrimleri eleştirenlere, “Bizi köksüz bıraktı” diyenlere gün doğuyor. Aslında o çok eleştirdikleri ülke kurucularının çok işlerine yaradığının onlar da farkında, ama işlerine böylesi daha uygun geliyor. Böylesi daha uygun gelince de kafalarında kurdukları tarihi, bize gerçek tarih diye sunuyorlar, sonuçta da bir sürü tutarsızlık meydanda geziyor. Sözgelimi II. Abdülhamit’i tapacak kadar seven siyasetçiler “Bunlar Cumhuriyet Bayramı’nda vals yapıyorlardı” gibilerinden sözlerle 1940’lara savaş açabiliyor. Tutarsızlık nerede, diyeceksiniz. Demiştik ya, çağdaşlaşma adına yapılan devrimlerin de en azından yüz elli yıllık bir geçmişi, dayanakları var.
Yeni Osmanlı’yı Osmanlı bilmeden kuracak olursanız, köksüz bir sanal tarih yaratmaktan öteye gidemezsiniz, bugünkü gibi. Vals üzerinden 1940’lar eleştirisi yaparak Osmanlıcılık oynayınca, Osmanlı’nın vals tutkusunu da bilmediğinizi göstermiş oluyorsunuz haliyle, anlatalım.
Modern Türkiye’nin kuruluşuna giden yolların başlangıcını bulabileceğimiz Osmanlı’nın son döneminde, devlet Batı’ya yönelirken hanedan da Batı müziğine yöneliyor. Yeniçeri Ocağını lağvedip kurduğu orduyla bildiğimiz II. Mahmut, orduyu bandosuz da bırakmıyor tabii ki. Başına gelen kişi ismini bir yerlerden hatırladığınız biri, Donizetti Paşa! Paşanın kurduğu Saray Mızıka Mektebi, 1940’larda vatandaşa vals dinletmek yoluyla zulmeden Riyaset-i Cumhur Filarmoni Orkestrası’nın kökeni. Anlayacağınız ne bu kurum ne de çok sesli müzik, ne Atatürk’ün ne tek parti dönemi CHP’sinin memlekete ithal ettiği bir ‘zulüm’, varsa ortada bir mağduriyet, kökenlerini Osmanlı’da arayabilirsiniz, nasılsa çok iyi biliyorsunuz!
‘Bunlar’ aramazlar, ben devam edeyim. II. Mahmut’un oğlu, ölümü Yeni Şafak’ta “Osmanlı’da masonik darbe” başlığıyla ‘irdelenen’ Sultan Abdülaziz’in, bugünkü Neo-Osmanlılarla dalga geçer gibi bir bestesi var: “Valse davet.” Bu valsi ne yapacağız? Hatta Abdülaziz hızını alamamış, La Harpe Caprice ve La Gondole Barcarolle gibi piyano parçaları, İtalya’da F. Lucca Yayınevi tarafından basılmış.
“Aman bunlar da ne?” diyenler için işin en eğlenceli kısmı geliyor, İslamcıların tapındıkları II. Abdülhamit. Ömer Eğecioğlu’nun üniversite sayfasında pdf’ini de paylaştığı, herkesin kolayca ulaşabileceği bir makalesi var, Sanat Dünyamız dergisinin 108. sayısında yayımlanan, 2008 tarihli ‘Doğu Masalları: Johann Strauss’un Sultan II. Abdülhamid’e İthafen Yazdığı Vals.’ Aslen matematikçi olan hoca, bu alanda çok ilginç birkaç makale çıkarmış ve toplayıp kitaplaştırmış. ‘Müzisyen Strausslar ve Osmanlı Hanedanı’, 2012 tarihli. Kendisinden öğrendiğimiz şeyler oldukça ilginç. Ama yazımıza en uygun olanı, Johann Strauss’un II. Abdülhamit için yazdığı ‘Doğu Masalları’, ki bu eser doğumunun 50. yılı sebebiyle sultana adanmış. II. Abdülhamit’in memnuniyetini, Strauss’u 3. rütbeden Mecidiye Nişanı ile taltif etmiş olmasından anlayabiliyoruz.
Burada bir devamlılığın olduğunu da görmezden gelemeyiz. II. Mahmut’un getirdiği Donizetti Paşa’nın halefi Castillo Guatelli, yalnız II. Mahmut’un halefleri V. Murat’a ve II. Abdülhamit’e müzik dersleri vermekle yetinmiyor; bir amacı da Türk motiflerinin sıklıkla kullanıldığı popüler tarzdaki eserleri aracılığıyla ‘Osmanlı Sarayı’na ve halkına Batı müziğini tanıtmak ve sevdirmek.’ (‘Cumhuriyet elitlerinin ettiği zulme’ ne kadar benziyor değil mi?) Görevinde başarılı olmuş olacak ki, II. Abdülhamit alaturkadan insana uyku getirdiği için hazzetmeyen, Batı müziğini seven bir padişah olmuş.
Osmanlı’nın Cumhuriyet’e bıraktığı mirasları iyi değerlendirmek, bilip göstermek, sağ partilerin gerçek tarih yerine oluşturdukları tuhaf mitolojiyi de yıkmakta faydalı olur diye düşünüyorum. Zira hem Marmaray kazısında çıkanlara ‘Çanak çömlek’ deyip hem de İstanbul kentinin hazinelerinin kıymetini anlayıp Arkeoloji Müzesi’ni kurduran II. Abdülhamit’e sıklıkla referans vermek pek akıl kârı değil. Muhafazakâr algısı nedeniyle yere göğe konulamayan II. Abdülhamit, saraya ressamlar davet ederek tablolar yaptıran, tiyatrolar açtıran bir Osmanlı hükümdarı, İslam halifesiydi; zannettiğiniz gibi biri değildi.
Kendi kendimizi kandırmak için tarihi tersyüz etmenin anlamı yok. Osmanlı’nın son yüzyılında yaşayan dedelerimiz, imparatorluğun çatırdadığını görüp yüzlerini Batı’ya dönmüşlerdi. Müzik, tiyatro, resim de bu kültürün taşıyıcısı olarak işlev görüyordu. Bu dönüşüm zamanlarında doğan kuşak, yine II. Abdülhamit’in açtığı okullarda II. Abdülhamit’in getirttiği hocalardan aldığı eğitimle, II. Abdülhamit zamanında verilen devlet burslarıyla gittikleri Batı’da gördükleriyle II. Abdülhamit’i ve rejimini yıktılar. Burada görülmek istenmeyen bir devamlılık var.
Cumhuriyet elitleri diye yabancılaştırdığınız, ‘Seçkinciler’ diye eleştirdiğiniz adamlar, aslında II. Abdülhamit’in ‘açtığı yolda gösterdiği hedefe durmadan yürüyen’ gençlerdi bir zamanlar. Hikâyenin sürpriz sonuysa, II. Abdülhamit’in açtığı yolun sonunun kendisi ve ailesi için pek hayırlı olmamasıydı, ama heyhat, tarih zaten oraya doğru akıyordu. Bu akışı görenler için ‘bu davet bizim’, buyurun valse.