Einstein’ın yaşamımızda devrim yaratan ‘genel görelilik’ teorisinin 100. yılı kutlanıyor dünyada. Uzayda ve dünyada her şey göreli olarak değişirken, kötülük sabit kalıyor, Einstein’ın onca görelilik kanunlarına karşın. Peki Einstein kötülük konusunda ne düşünüyordu?
Her şey hayal etmekle başlar.
Bugün hiç düşünmeden kullandığımız televizyon, internet, dijital kamera, güneş enerjisi, lazer ışını, GPS sistemleri ve başka bir yığın teknolojik ürünlerinin, tüm zamanların en büyük bilim adamı Albert Einstein’ın hayal gücüyle başlayan uzun düşünce ve çalışma sürecinin meyveleri olduğunu biliyoruz artık.
Bu yıl, Einstein’ın bütün bu teknolojik gelişmeyi sağlayan, bilimin baş tacı ünlü ‘genel görelilik’ kuramını ortaya atmasının 100. yılı. Kasım 1915’te yazdığı makaleyi ilk anlarda anlayan sadece iki-üç kişiyken, bugün 7,5 milyarlık dünya nüfusunun çoğu anlamamaya devam etse de onu hayırla anıyor.
Bar-mitzva’sını yapmaya niyeti olmayan anne babasına kızıp kendini İbranice öğrenmeye verirken, amcasının ona hediye ettiği bir pusulayla hayatımızı toptan değiştirecekti küçük Albert. Geceler boyu oturup kuzeyi gösteren ibreyi gözlemlerken, yanına yaklaştırdığı bir mıknatısın onu görünmez bir güçle nasıl da yerinden oynattığını gördüğünde her şeyi bırakacak; kendini, hayal dünyasına fırlatacak, evrenin, hayatın gizemini çözmeye adayacaktı ölümüne kadar.
Galileo ve Newton’un yarattığı büyük bilgi birikimini kullanacaktı elbette. Lakin o, Tanrı’nın düşüncelerini tam olarak anlamak ve bulmak istiyordu. Elindeki o muazzam bilgi birikimini bile yeterli görmüyordu. “Hayal gücü bilgiden daha önemlidir. Bilgi sınırlıdır, hayal gücü ise dünyayı kuşatır” dediği andan itibaren dünyanın gizemini, görsel olarak hayal ederek çözmeye çalışmakla başlayacaktı uzun yolculuğuna.
1905’te geliştirdiği ‘özel görelilik’ teorisini anlamayanlara verdiği bir örnek herkesi mutlu edecekti. Gençlerden birine, meseleyi anlatırken, “Söyle bakayım, sevgilinle geçirdiğin 1 saat mi daha uzun gelir sana, yoksa sıcak bir fırının içinde geçireceğin 1 saat mi?” dediğinde her şey açıkça anlaşılmış oluyordu teorisiyle ilgili olarak.
1905, onun ilk büyük teorisinin yılı olacaktı. Sonra ise, uzayı, evreni anlamaya çalışmak için hayal gücünü, sezgilerini ve görsel gücünü kullanacaktı. Formüllerine karşılık geldiği geometriyi gözünde canlandırarak ilerlemeye çalışacaktı, yaşamın gizeminin keşif yolculuğunda…
Tam 100 yıl önce ise bugünlerde gizemi tamamen çözdüğünü ilan edecek ve kazanacaktı. ‘Genel görelilik’ adını verdiği teorisine göre kütlenin varlığı uzay - zamanı büktüğünü ve nesnelerin, uzay - zamanın bükülmesinin yarattığı çukurlarda karşılıklı yarattıkları kütleçekimi ile birbirlerinin yörüngesinde sonsuza değin dönebildiklerini savlayacaktı. Uzay ve zamanın değişmez birer sabit olduğunu kabul eden Newton fiziği ömrünü tamamlıyor, yerine Einstein’ın güçlü kitlelerin alanında zamanın yavaşladığını ileri süren yeni fizik normu doğmuş oluyordu.
Daha sonra yapılan tüm deneyler Einstein’ın teorisini kanıtlayacaktı. Lakin geriye atomaltı parçacıklarının dünyasını keşfetmek kalacaktı ki, bu bambaşka alandaki gizemi formüle edemeden hayata veda edecekti. Bu konudaki çalışmalarından geriye kalan tek şey, Kuantum fiziğiyle ilgilenen dönemin ünlü fizikçisi Niels Bohr’un atomaltı parçacıklarının hareketlerine ilişkin öngörülmezlik tezine karşın, onun, “Tanrı zar atmaz” deyişi olacaktı.
Einstein, çoğu bilim adamlarının tersine hayatını sadece bilimle donatmamıştı. Sosyolojiye, psikanalize ve hatta toplumsal ve siyasi olaylara bile gönül veren çok ayrıksı bir bilim adamı olarak bilim tarihinin en tepesine yerleşecekti.
İki Dünya Savaşı gören biri olarak, yıkımlar ve Holokost karşısında bilimin hiç bir şeye yaramadığını gördüğünde Bertolt Brecht’e şöyle diyecekti: “Uçmayı öğrendik, elektrik dalgaları sayesinde dünyanın her yanına bilgiler ve haberler gönderiliyor ama insanlar birbirlerini öldürmeye devam ediyor, herkes bu yüzden korku içinde. Doğaya karşı kazandığımız egemenlik, bu alanda bir hayli ilerleme gösterdiğimiz halde bilimi yararlı bir şekilde nasıl uygulayacağımızı öğrenemediğimiz için insanlara çok az mutluluk veriyor.”
Einstein, insanların kötülüğe yenik düştüğünü düşünüyordu özcümle, onca bilimsel devrimlere karşın…
Bilim adamımız müziğe de tutkundu. Keman çalar, ilk eşini her sabah Bach’ın keman sonatlarını çalarak uyandırırdı. İki kez evlenmiş boşanmıştı. Kadınlara düşkünlüğü bağlamında, ‘normal’ bir erkekti, son tahlilde.
Yahudiliği üzerine hayatı boyunca zik-zak’lar çizdi. Lakin Yahudilerin bir devlet kurması gerektiğine inandı, son aşamada. Bunun için çabaladı, çalıştı, devlet kurulmadan çok önce bölgede bir Yahudi üniversitesi kurulması için ABD’de kapı kapı dolaşıp fon toplamaya çalıştığını da yazar biyografisi.
Holokost’tan kurtulup ABD’ye kaçtıktan sonra ülkesi Almanya’ya hiç dönmedi, hem toprağına hem de ana diline küstü.
1955’te hayata veda etmesinden üç yıl önce sürpriz bir şekilde İsrail’in kurucusu ve dönemin başbakanı David Ben Gurion onu evinde ziyaret edecek ve İsrail’in cumhurbaşkanlığı görevini önerecekti resmi olarak. “Ben bilim adamıyım, doğruların ve gerçeklerin peşindeyim; siyaset ise tam tersidir” diyerek kibarca reddedecekti bu çok prestijli görevi.
1955’te ölmeden önce gençlere yaptığı umutsuz söyleşisinde, “Eğer bizden daha adil, barışçıl ve daha sorumlu olmazsanız sizi Şeytan alsın” diyecekti, o meşhur dilini çıkardığı fotoğrafıyla birlikte…
Onca yıl sonra evet, hâlâ Şeytan hükmedecekti hayatımıza…
Dünyadaki her şey göreli olarak değişirken, kötülük sabit kalıyordu, Einstein’ın onca görelilik kanunlarına karşın.