“Geçmiş asla geçmiş değildir, hatta ölü bile değildir”
William Faulkner
Satsa, on bin lira bile alamayacağı matbaasına yüz bin lira vergi yazılınca arananlar listesine girmişti Aram. Vergi bahane idi aranması için. Yakalanması için paranın anlamı yoktu. O, savaş zamanında Ermenice gazete çıkarıyordu! Kömür kalemi ile resim yapıyordu. Sevgi ve acı ile yoğrulmuş çocukluğunun kara anılarını döküyordu defterlerin ak sayfalarına. Ak sürüdeki kara koyun gibiydi. Savaş sadece insanlığı değil, kelimeleri de bitirmişti. Bilincinin hatırlamadıklarını hayalinin gücü çıkarıyordu açığa. Kaçmak için çıkış yoktu artık. Yüzünü bile hatırlamıyordu annesinin. Yine de kaçmaya başladı. Elinde bir küçük valiz, geride bıraktığı aşkının son sözü “Aram... Yok bir şey”, son bir bakış, yola koyuldu. Sislerin ardında yok oldu geçmişi. Elindeki fakir valizin içinde not defteri, kömür kalemi, bir kaç parça eşyası ve eski, eprimiş bir fotoğraf...
Başka bir zamandan başka bir göçü hatırlatan. Belki babasını, büyük annesini, ağzından akan bir miktar kanda son nefesini veren kardeşini, onu ıssız bir arazinin ucunda bir ağacın altında toprağa veren annesinin siluetini..
Rusya’ya kaçmadan evvel geldiği Doğu Karadeniz’in uzak icra ve neredeyse yapyalnız köyünde, dağ başında Rus bir adam ile onun kızı yaşındaki kadının yanında bir hapislik hali...
Her nefesi boğazımızda hissettiğimiz, hikayesini anlattığı dönemin ağırlığını yansıtsa da çekimler duyguları, tutkuları, acıları, yaşamı, şehveti, dostluğu, düşmanlığı, Aram’ın baktığı, bakarken gördüğü yaşadığı anın ve aynı zamanda hatırladığı geçmişin ulaşılmazlığını ve acının sonsuzluğunu yansıtan coğrafyanın alabildiğine uzandığı güçlü kareler, güçlü görsel anlar. Güçlü duygular, tüm renkleri ile havada asılı!
Varlık Vergisi günleri… Ve aynı sislerin ardında 1915 sürgünü… Bambaşka zamanlarda götürülen, kaçmak zorunda bırakılan ve vurulan, yok olan insanlar… Ve hep aynı söz tekrarlanan “Aram... Yok bir şey.”
Kaç göç sığar bir hayata? Şimdi milyonlarcası evlerini yurtlarını bırakıp yaşamlarını yeniden kurmak için çabalarken! Ne göçler gördü Anadolu toprakları! Ne kaçışlar... Ne tehcirler! Kabuğunu kaybetmiş bir salyangoz misali yollarda... Aram gibi, hiç bir yere ait değiller, her biri yersiz ve yurtsuz.
Bakışlar, bedenler, filmdeki az konuşmaya rağmen, ne çok şey söylüyorlar. Tıpkı sergideki fotoğraflar gibi…
Farklı inançlardan beş fotoğrafçı, Alberto Modiano, Berge Arabian, Emine Ülkerim, Mıgırdiç Arzivyan ve Miko Manginas gündelik inanç yaşamlarını yansıtıyorlar karelere. Her bir karede yaşadığımız topraklarda bir arada var olmuş, ancak zaman içinde ötekileştirme, yok etme kültürü ile giderek artan bir hızda kayıplara karışan, karışmakta olan halklar arasındaki bağları gözler önüne seriyor.
Belki daha henüz çekildiği an geçmişi yansıtır oluyor fotoğraflar. Öyle bir geçmiş ki, her karede capcanlı insan duyguları. O an, o camide dua eder gibi. O an, o kilisede sevdiğini son yolculuğuna uğurlarcasına acı dolu bakışlar. Ya da o an, o sinagogda kutlar gibi yeni bir yaşamın kutsanmasını; o an, kulağına fısıldar gibi çocuğun ismini. İnancı ne olursa olsun, her çocuğun büyümek için, insan olmak için büyüklerinin sevgi ve şefkat bakışlı yönlendirmesine aynı şekilde ihtiyacı olduğunu görüyoruz. Sevginin, şefkatin kilisede, camide ya da sinagogda aynı bakışlarda ifade bulduğunu. Acının yürekleri aynı şekilde dağladığını. İnançla yoğrulmuş duanın suratta aynı kendinden geçmiş çarpılma ile hazza erdiğini... Renkli fotoğrafların yanı sıra siyah beyaz fotoğrafların da yaşam renklerini, halkların renklerini yansıttığını. Siyahın siyahla bile renklenebileceğini…
Sergi, İstiklal Caddesindeki Yunan Konsolosluğu Sismanoglio Megaro’daki Cuma-Cumartesi-Pazar sergisi. Film, Başka Sinema kapsamında reklamsız ve ara vermeden yaşama şansına erdiğimiz Özcan Alper’in çektiği, Altın Portakal’da ödülleri toplamış olan, Alberto Modiano’nun da katkıda bulunmuş olduğu Rüzgârın Hatıraları. Sergi fotoğrafçıları da, film yapımcıları gibi, ayrı ayrı ve hep birlikte, insanın –neye inanırsa inansın- aynı insan olduğunu gösteriyor, belki de dünyanın en çok ihtiyacı olan bu dönemde.
Yaşama dair her şeyi kapsayan filmde olduğu kadar, sergide de duygular havada asılı, bariz ve açık, tüm renkleri ile gözler önünde.
“Boğulanlar, kurtulanlar, mezarsızlar hatıralarına” diye bitiyor Rüzgarın Hatıraları.
Cuma-Cumartesi-Pazar ise hep birlikte mutlu bir yaşam farkındalığına taşıyor insanı.
Geçmiş, Faulkner’in söylediği gibi asla geçmiş değil, belki ölü bile değil, ama, yıl henüz ‘geçmiş’e dahil olmadan, ‘birlik’ içinde bir yaşamı kucaklama algısının içinizi ısıtması için adres belli bu hafta.
***
Mucize olsun, umut olsun istedim 2015’İn bu son yazısında. 2016 için duamız, Hahambaşımız önderliğinde ve farklı dini liderler eşliğinde yaktığımız Hanukiya ile aydınlandı. İstanbul’da, ilk defa, camların arkasından değil, meydanın tam ortasında mumlar yakıldı. Yakıldıkça söndüler; söndükçe tekrar yakıldılar. Yakıldıkça sönerek yeniden yakılmak istediler. Sanki bunca yıldır İstanbul’un bir meydanında Hanuka Bayramı kutlanmamış olmasının acısını çıkarmak ister gibiydiler. Sevgiye, birliğe, umuda yandılar. Kardeşin kardeşi yediği bu çağda, her şeye rağmen mucizelerin mümkün olduğunu, birlikten gücün gerçekten doğduğunu kanıtlarcasına. Birlikte, mutlu seneler hepimize.