2015’i geride bırakırken, güç siyasetinin uluslararası arenaya havalı bir dönüş yaptığı, coğrafi konum ve sınırların yeniden önem kazandığı; diğer bir deyişle jeopolitiğin, küreselleşmeye galip geldiği bir döneme giriyoruz.
Savaşların harap ettiği eski kıtada, kalıcı barışın sağlanması için, yıllar boyu ince dokunmuş bir siyasetin ürünü olan AB entegrasyon projesi, varoluşsal bir krizin içinde. Ne sınırlara örülen dikenli teller, ne de birçok Avrupa ülkesinde zemin kazanan sağ partilerin ustaca kullandıkları yabancı düşmanı ve İslamofobik üslup birliğin temelindeki liberal değerlerle örtüşüyor.
Gerek ekonomik gerekse kültürel anlamda kendini yenileyemeyen, genişleyemeyen ve en sonunda içe dönerek birliği muhafaza etmeye yönelen AB, 2017’ye dek yapılması planlanan İngiltere’nin referandum sonucuna göre çözülme riskiyle karşı karşıya kalabilir.
Zamanında modernleşme teorisini baş tacı edenler, küresel kapitalizmin zenginleştireceği orta sınıfların demokrasi talepleri sayesinde dünya üzerinde demokratik rejimlerin sayısının artacağı bekliyordu. Ne var ki demokratik dönüşümlerin doğrusal bir gelişim göstermediği, farklı siyasi kültürlere sahip ülkelerde farklı sonuçlar verdiği görüldü.
İlerleyen dönemde kapitalizmin servet dağılımında yarattığı eşitsizlik sistemin bizzat kendisini tehdit eder hale geldi.
Dahası demokratik dönüşüm süreçlerinin yarattığı istikrarsızlığın, doğurduğu “çökmüş devlet” sorununun, otoriter yönetimlerden çok daha büyük bir tehdit oluşturduğu anlaşıldı. Bakınız, Arap Baharı sonrası Ortadoğu...
Bir zamanlar demokrasinin ihraç edilebileceğini zannedenler, fabrika ayarlarına geri döndü. Demokrasi - istikrar ikileminde istikrar kazandı.
Başkan Obama’nın dümeni devralmasından bu yana, ABD’nin gönülsüz liderliğine mukabil, rakiplerin güç boşluğundan yararlanmaya çalıştığı, çok kutuplu bir dünya sisteminin ortaya çıkışına tanıklık ediyoruz. Rusya, Ortadoğu’ya, hatta bir anlamda Akdeniz’e indi. Çin’in arka bahçesini ABD’ye kaptırma niyeti yok...
Bu dengeler 2016 başkanlık seçimlerinde daha şahin bir demokratın veya müdahale yanlısı bir Cumhuriyetçi’nin Beyaz Saray’ın idaresine geçmesiyle uzun vadede çok farklı bir seyir izleyebilir. İran’la nükleer anlaşma gibi Obama yönetiminin dış politika kazanımı olarak sunduğu birçok hamlenin geleceği de halefinin izleyeceği politikalara bağlı.
Dünya çapında enerji kaynaklarındaki arz fazlasının ne şekilde dengeleneceği, fiyatları ve dolayısıyla siyasi hesapları da kuşkusuz etkileyecek. Daha şimdiden Suudi Arabistan’ın 2016 bütçesinde harcamaları kısabileceği tartışılıyor. Ortadoğu siyasetinin finansörü elini cebine atmadığı takdirde, örneğin Yemen’deki operasyonun seyri veya Mısır-Rusya yakınlaşması farklı bir boyut kazanabilir.
11 Eylül saldırılarından bu yana, küresel terörle mücadelede belirgin bir yol kat edildiğini söylemek mümkün değil. Salt askeri güç, ideolojiyi alt edemiyor, toprağa düşen cihatçının yerini bir başkasının almasını engelleyemiyor. Terör örgütleri mantar gibi çoğalırken, sivillerin gündelik yaşamını hedef alan saldırılar, devletlerin ulusal çıkarlarını ‘insan güvenliğini’ merkeze alacak şekilde yeniden tanımlamasını elzem kılıyor. Dış politika artık sadece yöneticileri ilgilendiren bir mevzu olmaktan çıkmış durumda; ilk elden bireylerin hayatını etkiliyor.
Dahası tehdit tanımı da genişliyor. Artık düşman sadece fiziksel güçle değil, teknolojiyle de saldırabiliyor. Son günlerde ülkemizde iletişim ve bankacılık ağlarını çökerten siber saldırılar gelecekte yaşanacak mücadelenin provası niteliğinde.
Böylesi bir dünyada, çağımız insanının baş etmek zorunda kaldığı en temel sorunlardan biri korku. Daha ürkütücü olan, kendisini bu korkunun üzerine inşa eden popülist siyasetin küresel yükselişi...
Demokratik rejimlerde, hükümetlerin iktidarda kalabilmeleri için rıza yaratmaları gerekli. Bu rızanın maddi boyutunu rant dağıtımı oluşturuyorsa manevi tarafını da bugün popülizm hallediyor.
Nasıl mı?...
Toplum içindeki güvensizlikleri, hoşnutsuzlukları yatıştırmak, uzlaştırmak yerine alevlendirerek, ‘yaratılan’ iç düşmanlara karşı kalabalıkları birleştirme yoluna giderek...
Meydanları ıslıklara, yuhalamalara boğan, bu ‘tutmayın beni’ siyaseti, düşünmeden fikri olanları heyecanlandırıyor, kalabalıkları coşturuyor. Ve ne yazık ki bu trendden demokrasinin beşiği ABD de, Avrupalı devletler de ve tabi Türkiye de nasibini alıyor...
Çevrenizdeki insanların diyaloglarına kulak kabarttınız mı? İnsanlar konuşmuyor artık; adeta kusuyor. İçlerinde biriktirdikleri ne varsa...
Bu durum belki de demokrasinin bugüne kadar karşılaştığı en büyük tehdit. Çünkü azınlığın çoğunluk tarafından ezilmesini engellemek üzerine kurulu demokrasi, çoğunluğun tahakkümünü milli irade ile eş tutarak meşru kabul eden bu zihniyet karşısında çaresiz kalıyor.
Giderek artan toplumsal kutuplaşma neticesinde birbirine yabancı, güvensiz, dahası birbirine kin besleyen insan topluluğuna dönüşüyoruz. Ne acılarda, ne sevinçlerde birleşebiliyoruz.
Tüm bunlara ülkenin güneydoğusunda sürmekte olan ve uzmanların şehirlere taşınması olasılığına karşı uyardıkları çatışma ve iç savaş halini de eklediğimizde, 2016’dan ancak 2015’i aratmamasını dileyebiliriz...
İyi seneler...