Yıllardır bildikleri değil, sağdan soldan duydukları birtakım laflarla yaptıkları analizlerine maruz bırakıyorlar bizi. Bir ara herkes ‘büyük resmi’ görüyordu, sonra aramızdan birilerine ‘karakter suikastı’ düzenlendi, derken ülkemiz üzerinde oynanan oyunların arkasında bir ‘üst akıl’ olduğunu öğrendik, şimdi de birileri Türkiye’deki Kemalist beyazların oluşturduğu ‘kültürel iktidarla’ mücadele ediyorlarmış. Hah, bir bu eksikti.
Yine bir sizli bizli durum var, yine dar bir anlayış, hem de kültür gibi herkese ait olabilecek, hem de herkesin katkısına açık bir alanda. Sanal düşman da tanıdık, Kemalist beyazlar. 1940’lardan uygun birkaç kıssa da buldun mu tadından yenmez. Peki, siz biz miyiz gerçekten? Kim bu ülkedeki kimsenin çıkıp da “Benim!” demediği beyazlar? Tanım yapmaya kalkmadan, kendinizi sınavda gibi hissetmeden, ‘kültür’ deyince aklınıza ne geliyor?
Benim hemen her hafta önünden geçtiğim dev Atatürk Kültür Merkezi binası geliyor. Ben o binada yaklaşık sekiz yıl çalıştım; Mesut İktu’nun sanat yönetmeni olduğu dönemde Gençlik Korosu vardı ve haftanın en az üç günü provalarımız olurdu. Sonra iki yıl kadar da Timur Selçuk ile çalıştım. Bu durup dururken olmadı. İçimdeki bu müzik sevdasını ortaya çıkaran annemin, iki eli kanda olsa bile beni her cuma akşamı Devlet Senfoni Orkestrası’nın konserlerine götürüşünü unutmuyorum. Anne olarak bunu sevdirmesinin iyi olacağını; sonraları bunun benim hayatımın önemli bir parçası olacağını hesaplamıştır muhakkak. Üniversitede öğrenciyken okul kantinine en fazla üç beş dakika takılabilen ben, bunun ne denli hesap kitapla yapılmış bir iş olduğunu kendim çocuk sahibi olduktan sonra anladım.
Peki, kendi çocuklarını annesinden gördüğü şekilde konserden konsere koşturarak yetiştirmeye kalkışan bir akademisyen olarak ben ne kadar beyazım? Ne beyazı kardeşim; bu memlekette herkes ne kadar beyazsa ben de o kadar beyazım. Dürüst olmak gerekirse, şimdilerde ‘Seçkincisiziz siz!’ diye eleştirdikleri bizler aslında hiç de öyle değiliz. Örneğin beni konser konser dolaştıran annem ve hemen her gün evde opera dinleyen babam öyle dük ve düşes falan değiller. Onlar da II. Meşrutiyet’te, belki biraz daha öncesinde Anadolu’dan kalkıp bu kente gelmiş ailelerin ardılları. Dedelerim iş yok, aş yok derdine düşüp, 20. yüzyılın başında İstanbul’da soluğu almışlar. Bizans’ın tüm renklerine boyanıp, bezendikten sonra neredeyse buralarda doğmuş kadar olmuşlar. Zaten demezler mi ‘İstanbul’un sahibi kedilerle, köpeklerdir.’ “Sahibi olmaya gerek yok” demiş benim dedeler ama kentin kültürünü de reddetmemişler. Önceleri Osmanlı’nın sonra da Cumhuriyet’in, kent kültürünün kendilerine uyduğunu, yakıştığını düşünmüş burada köklerini bulmuş ve bunu beğenmişler. Var olanla, sahip olduklarıyla yetinmeyen, arayışı sürdüren, beğenmedim deyip burun kıvırmayan insanlar; belki beni içine katmaz diye komplekslere kapılmayan insanlar benim dedeler. O kendisiyle barışık, komplekssiz dedeler yeni gördükleri kültür ürünleriyle kavga etmektense, o eserleri üretenlerle didişmektense anlamayı, onlarla hemhal olmayı tercih edince, ortaya benim gibi beyazlar çıktı, ‘birilerine’ göre.
Oysa ben ve ailem, yegâne örnek değiliz. Demin değindiğim Atatürk Kültür Merkezi, ki acılanması veya güzellemesi yapmak değil amacım asla, içinde bulunma imkanım olduğu zamanlarda, el yordamıyla yaratılmak istenen bir kültürel ortam olduğunu gösterirdi bana. Biraz vaktinizi harcadığınızda o emeği hissederdiniz iliğinizde. Şimdilerdeyse o güzelim bina, ‘Ertuğrul’ adlı film midir dizi midir neyse onun reklam panosu olmuş durumda. Belli ki bugün yöneticilerimizin kültürle uzaktan yakından alakası yok, çok da umurlarında değil, varsa yoksa rant. Yoksa o bina o garabet, simsiyah haliyle yıllardır boş tutulmazdı, reklam panosu olarak kullanılmaya kalkılmazdı.
Bir sinir harbi var, sevimsiz bir birikmiş enerji var; ama bu enerji yaratmak için değil, yok etmek için kullanılıyor. Cumhuriyet’in yapmaya çalıştıklarını beğenmek zorunda değilsiniz; ancak beğenmiyorsanız, ondan daha iyisini ortaya koymak için çalışmalısınız. Hep söylüyorum, başta çocuklarıma; eğer bir şeyi beğenmiyorsanız, yenisini yapmayı deneyin, aksi takdirde beğenmemek gibi bir hakkınız olamaz. Sadece eleştiren, ortaya özgün bir iş çıkaramayan, çıkaramadığı için de yok olmaya mahkûm insanlar olursunuz yoksa.
Ne yazık ki geçtiğimiz yıllarda gök-gecekonduları dikmekten, gördüğü her yeşilliğe hunharca beton dökmekten başka bir şeyle ilgilenmeyen bir ‘üst akıl’ her tarafımızda. Gördüğümüz ‘büyük resimde’ çokça para ve siyasi güç var ama doğru düzgün bir film, bir roman, sözü geçer bir entelektüel, bir öykücü, bir şair yok. İşin iyi yanı, kültür diye yapılan tek şey, ‘Kemalist beyazlara’ ‘karakter suikastı’ düzenlemek olduğu sürece ‘kültürel iktidar’ da ütopik bir hedef…