Bu hafta bir hikâye yazamayacak kadar endişe doluyum. Ortadoğu bölgesinde normalleşen her anormal durumun kanıksandığı 2015’i neredeyse aratan bir başlangıç yaptık. Hepimizi ilgilendiren bir yola sokulmaya çalışılıyoruz. Önemli bir soru var. İran ve Suudi Arabistan arasında artan gerilim, sıcak bir çatışmaya dönüşür mü?
Yeni yılın kucağımıza attığı ilk tehlikeli soru bu. İki ülkenin savaşa kalkması, Şii-Sünni gerginliğinin kontrolden çıkması, Allah korusun ama ateşin her yeri kasıp kavurması demek olur. Ki böyle bir senaryoya kâbus demek bile az kalır. Bölge ve Türkiye açısından çok tehlikeli bir durum. Her halükarda iki ülkenin kozlarını paylaşmasına tüm dünya olarak izin verilmemeli. Metanet çağrılarından veya yüzeysel okumalardan bahsetmiyorum. Etkin politika aynı zamanda nerede susacağını da iyi bilmektir. Türkiye açısından, iki ülkeye alan tanıyacağı başka bir süreç başlayacak. Coğrafyanın başka bir tarafında olan gelişme elbette Türkiye için başka adımların da hızlanması anlamına geliyor.
Peki Türkiye, tüm bu yaşananlara kayıtsız mı kalmalı yoksa tarafları yatıştırmak adına kendisini ortaya mı koymalı? Kesinlikle hayır.
Mümkünse karışmamak hatta olabildiğince uzak durmak zorundayız.
Türkiye aktif arabuluculukta başarısını henüz ortaya koymuş bir ülke değil. Son örneği, İran ve ABD arasındaki nükleer program müzakerelerinde oynadığımız rol. İki tarafla iyi ilişkiler çerçevesinde görüşen tek ülkeydik. İran’ın güvenini kaybetmemek için Birleşmiş Milletler oylamasında ABD ile ters düşmeyi bile göze aldık. Üstelik onca edinimleri riske ederek… Sonuç, ABD ve İran direkt ilişkiye geçerken, bizim İran’la ilişkimiz dünden çok daha kötü hale geldi. Mesele sadece Türkiye’nin arabuluculukta kendini ispatlamasıyla alakalı da değil. Mesele, tamamen Sünni pencereden alıngan bir yaklaşım sergilememekle alakalı.
Yani Suudi Arabistan’a, Türkiye’ye güvenip İran’a kafa tutmaması gerektiği net hatta altı çizile çizile belirtilmeli. Türkiye, kimsenin kafasını karıştıracak bir noktada değil. Ortadoğu’da bunca gerginliğin arasından çıkmayı başaramadığımız bir dönem olması konusunu düşünmüyorum bile. Ortadoğu şahane durumda olsa dahi, Türkiye’nin yaklaşımı, en olası haliyle nötr kalmak olmalı. Örneğin, kınayacaksa ikisini birden, eleştirecekse yine ikisine birden yapmalı. Türkiye tepkisiz kalsın, uzak dursun diyenlerden ziyade güvenli bir bölgede özgüveniyle kalsın diyenlerdenim. Yoksa ateşin orta yeri çok sıcak ve ‘araya giren arada kalır’ deyişinden kurtulmamız yine mümkün olmayacak. Türkiye’nin, asıl şimdi Sünni kardeşliğine soyunmayacağını tüm dünyaya algılatması gerekiyor. Bu konuda kafa karışıklığına düşmeden, acilen duruşunu göstermesi etrafta bekleyen fırsatçıların da oyununu bozacaktır.
Hükümete yakın kimi görüşler; Türkiye’yi, İran’ın Şii yayılmacılığından rahatsız ancak İran-Suud mücadelesinin, Sünni-Şii mezhep savaşına dönmesini engelleyebilecek tek ülke olarak niteliyor. Türkiye’de “yeni bir dinsel dilin de geliştirilmesi lazım” atıfları yapılan yorumların, kafaları karıştırmaktan öteye gitmeyeceğini düşünüyorum. Ayrıca bu görüşler neo-Osmanlı hayallerini, anılar diyarında canlı tutmaktan başka işe de yaramaz.
İyi politika, hikayelerden ve geçmişi yad etmekten ziyade önündekileri ve çevrendeki gerçekleri görüp iyi değerlendirmekten geçer. Zira gerçekleri iyi okuyamazsak, geçmiş bize hortlayarak yardımcı olmayacak, bu kesin. Gerçekler sadece anda ve önünde duranlardan ibarettir. Hassasiyet gösterilmesi gereken mesele tam da şu anda. Bozuşan herkesin arasına girmeyi, ilişkilerini düzeltmeyi üstüne vazife bilen anlayışın merkezi Ankara değil, ancak Birleşmiş Milletler olabilir.
Ülke olarak farklı dinleri, kültürleri yaşatıyor olmamız bizim kültürel zenginliğimiz ve bölgedeki en özel durumumuz. Bunu korumak bile başlı başına önemli bir sorumluluk.
Sünnilik, Anadolu Aleviliği, Nusayrilik yahut Şia sabahtan akşama kadar tartışacağımız konular olabilir. Acem kültürünün, Arap kültürü ve Anadolu köklerinin din üzerindeki etkilerine farklı çerçevelerden de bakabiliriz.
Kültürlerin, dini ritüeller üzerinde önemli etkileri olduğu gerçeğini konuşabiliriz. Ama meseleye sadece Sünni pencereden bakıp, karar vermek otomatik bir tarafgirlik getirir. Üstelik daha biz kendi içimizde Alevi meselesini çözememişken, Şii yayılmacılığından rahatsız olmak, bünyemize inandırıcılık konusunda dolaşım sıkıntısı yaratır.
Vicdani pencere, insanlığın özü ve bizim durmamız gereken tek taraftır.