Bir gün bir Rus uçağı düşürdük ve eski bir laf tekrar tedavüle girdi, küfür kabilinden: Rusçu. Oysa tarihin derinliklerinde kalan bir sıfattı bu, Mahmut Nedim Paşa’yı anlatırken böyle değinirlerdi ortaokuldaki tarih derslerinde. Paşa’nın görev yaptığı zamanlar, şimdiki gibi gergin ve kavgalı yıllar olmasa gerek, küfürden ziyade alayla anılırmış ‘Nedimof’ diye. Kaybettiğimiz en önemli şey, bu neşedir herhalde. Bir liste yapılacak olsa, ikinci sırada dış politika olurdu.
Rusya’yla ilişkimiz hep karışık oldu: Osmanlı’dan kalan kötü anılar, Milli Mücadele yıllarında yardım, Soğuk Savaş’ta ayrı düşen yollar, derken Şanghay Beşlisi ve şimdi de düşen uçak. Tüm bu dönemlerde, milliyetçi söylem bir yandan kendi gücüne övgüler düzerken, öte yandan da bir Rus korkusu besledi durdu. Bu, bugün de aynen devam ediyor ki dile Rusçu diye bir aşağılama yerleşebiliyor. Oysa bu Rus korkusu ve ara sıra su yüzüne çıkan nefretinin ne kadar suni olduğunu gösteren çok basit sebepler var, tarihi bir kurcalayınca neler çıkıyor neler.
Osmanlı’nın son dönemindeki kurtuluş reçetelerinden biri olan Türkçülük, sanıldığının aksine ve şaşırtıcı bir şekilde kökenini Rusya’da bulur! Akıllara daha çok Kürt asıllı Ziya Gökalp’i getiren bu fikir akımı, 1905 Devrimi’nden önce Rusya’da yeşermeye başlıyor. İsmail Gaspıralı’nın çıkardığı Tercüman gazetesi, yıllar sonra yeşerecek fikirlerin tohumlarını atıyor. 1905’te yaşanan Rus Devrimi, Çarlık toprakları içindeki azınlıklara da temsil fırsatı verince, Gaspıralı ve çevresindekiler Duma’ya girmek için parti çatısı altında örgütleniyorlar. Kuruculardan biri de, fikir akımının manifestosu olarak kabul edilen Üç Tarz-ı Siyaset’i 1904’te yayınlayan, aslen Tatar olan Yusuf Akçura. Hareketin içindeki diğer tanıdık isimler, 1912’de Türk Ocağı’nın kurucularından olacak olan Hüseyinzade Ali ve sonradan Serbest Cumhuriyet Fırkası deneyiminde rehber görevi üstlenecek olan Ahmet Ağaoğlu ki oğlu Samet Ağaoğlu’nun sonradan Demokrat Parti’den seçilip başbakan yardımcılığı da yaptığını da not alalım.
Bu ekip 1905 Devrimi’nin rüzgârları tersine esmeye başlayınca Türkiye’ye savruluyor ve II. Meşruiyet’in sağladığı özgürlükçü ortamdan faydalanma düşüncesiyle İstanbul’a gelip İttihat ve Terakki Fırkası’na entegre oluyor, sonrasında da Milli Mücadele içinde görevler üstleniyor ve Meclis’e de giriyor. Ortak özellikleri Çarlık topraklarında doğmuş ve eğitim görmüş azınlık aydınları olmak olarak özetlenebilecek olan bu grubun, Rusya tarafından dışlandıktan sonra, kuruluşuna katkıda bulundukları milliyetçi görüşün içine kendi kişisel tecrübelerinden neler katmış olabileceklerini kolayca tahmin edebilirsiniz. Bu katkının, uzun süre Çarlık’la didişmiş başka bir imparatorlukta nasıl cazip geleceğini de görmek oldukça kolay. Tarihin derinliklerinde Çarlık’la Osmanlı’nın savaşlarının üzerine eklenen, Türkçülük akımının kurucu aydınlarının şahsi deneyimlerini görüyoruz ilk elde.
Bizi Rusya’dan bu kadar soğutan ikinci temel etkene gelmeden önce, ikili ilişkilerde kocaman bir parantez açmak gerekiyor: Milli Mücadele! Ne Rusya hep aynı Rusya oldu, ne Türkiye hep aynı Türkiye. Çarlık rejimini yıkan Bolşevikler Milli Mücadele döneminde Anadolu’da yükselen harekete maddi ve manevi yönden destek oldu, Sovyet komutanları siperleri gezip askeri bilgilerini paylaştı. Yirmi yıllık bir süre için geçerli olacak olan 1921 Moskova Antlaşması, kurulan sıcak ilişkilerin meyvesi. O dönem Sovyetler bir nevi müttefik. Genç Cumhuriyet’in kuruluşuna yaptıkları katkıya bir kadirşinaslık örneği olarak, enteresan bir jest yapılıyor: 1928’de açılışı yapılan, Taksim Meydanı’ndaki anıt. Geçerken hiç merak edip baktınız mı bilemem, ama orada iki Sovyet generali boy gösterir, Frunze ve Voroşilov. Bugün bu bilgiyi size şaşırtıcı bilgi olarak vermemi sağlayan şey, hafızalardan silinmesine sebep olan devrin siyasi konjonktürü. 1940’lara geldiğimizde Türkiye artık ABD’ye yakınlaşmaya başlar ve Rusya ‘öteki’ kampın lideri durumundadır. Haliyle Taksim Cumhuriyet Anıtı’ndaki iki Sovyet generali ‘unutulur.’
Sovyet generallerini unutturacak kadar sert geçen Soğuk Savaş yıllarında, Türkiye Batı kampını seçtikten sonra toplumda bir Rus/Moskof korkusu patlak verir. Öyle ki babam, babaannemin kendisine yemek yedirmek için Rusları amacına alet ettiğini dalga geçerek anlatırdı: “Ham yap, yoksa Ruslar geliyor!” İki kutuplu dünyada, kutupların içinde safları sıkılaştırma hedefi, ancak karşı tarafı öcü gibi öcü gibi göstermekle mümkün oldu. Bugün gazetelerden haykırılan Rus nefreti temel olarak geçmişteki bu iki deneyime denk geliyor.
Ama insanların da ayrı bir gerçekliği var. Kırk yıl ‘Rus işgalinde’ kalan Kars’ta, yaşlıların Rusları hayırla andıklarına şaşırarak şahit olmuştum: “Nah bu yolları Ruslar yapmış, babam anlatırdı.” Bundan başka, siyaseten uzak da olsa Rusya, coğrafi olarak oldukça yakın, Türkiye’de yabancılarla yapılan evliliklerde ilk sırayı genelde Rusya alıyor, ardından da eski Sovyet Cumhuriyetleri. Demek ki, halkın bir yakınlığı var, ancak komşuluktan kaynaklanan maksimum seviyede. Yani Rus korkusu gibi, bir zamanlar abartılan Rus sevgisi de bu memlekette suni. Biz uzun zamandır Rusya’ya ne Şanghay İşbirliği Örgütü’ne girecek kadar yakın olduk, ne de kanlı bıçaklı olacak kadar düşman. Dolayısıyla uçak düşürmeden önceki aşırı sıcak görüntü de, bugünkü kavgacı tutum da gerçeği yansıtmıyor. Rusya ne ebedi dost, ne ebedi düşman; dış politikanın değişen durumlarda değişen çıkarlara göre kendini uyarladığını artık ilkokul çocukları bile biliyor. Tarihe bakınca her ülkeyle ayrı ayrı dostluk anıları da düşmanlık sebepleri de bulmak mümkün, bu Rusya için de böyle.
Sözün özü, ne 5 yıl önceki gibi çok sıkı dost imajı, ne de bugünkü gibi sıkı düşman görüntüsü gerçeği yansıtıyor. En iyisi o eski şarkıyı dile dolamak: “Bırak böyle kalalım, bir dargın bir barışık / Nasıl olsa dünyada, bütün işler karışık”