“Siz bana ne kadar sahip çıkabildiniz? Kaçınız kitaplarımı okudu, bu sürede destek verdi. Ben hep yalnızdım.”
Geçtiğimiz pazar günü yazar Mario Levi’nin konuk olduğu sohbet toplantısında yüzümüze çarpan acı bir sitemdi belki de bu hafta beni bu konuda düşünmeye iten. Evet, haklıydı belki de Mario Levi. Romanları 26 dile çevrilmiş, içimizden gelen ve kültürümüzü, değerlerimizi tüm samimiyetiyle anlatan uluslararası yazarımıza Türk Yahudi toplumu olarak gereken desteği verememiştik. Bir yanda kendisinden medyada antisemit söylemlere dair konforlu ortamından çıkıp daha çok ses vermesini isteyerek, bir anlamda Yahudi toplumunun sözcülüğü misyonunu yüklerken, zor zamanlarında onu yalnız bırakmıştık. Özellikle 2014 yazında kimi çevrelerin boykot çağrısı üzerine kolay günler geçirmemişti. O zamanlardan bugüne çoğu kez sosyal medyada maruz kaldığı antisemit söylemlere sessiz kalmayı yeğlemiş ve eserleri ile cevap vermişti. Belki daha da ironik olanı, eserlerine her çevreden özellikle de muhafazakâr kesimden ciddi bir ilgi duyulmasıydı. Gerek yazı atölyelerinde gerekse de üniversitede verdiği derslerde bizler görmesek de Don Kişot misali Türk Yahudi’sinin doğru tanınması için savaşmaktaydı. Peki, bizler yeni çıkan bir kitabı hakkında gazetemizde söyleşi yapmak veya haberlerini duyurmak dışında ne kadar arkasında durabilmiştik? Tıpkı geçen hafta Can Bonomo’ya malum medyadan yapılan antisemit saldırıda da olduğu gibi, cesurca çıkıp “Biz buradayız” diyememiş ve özür diletememiştik. Örnekleri istersek çoğaltabiliriz. Tüm fikirlerine katılmasam da Türkiye’de antisemitizm tarihini öğretmek adına Rıfat Bali’nin eserlerinin okutulmasını ne kadar başarabilmiştik? Kendi entelektüellerimizden yaşadığımız olumsuzluklarda ses vermesini beklerken; destek olmamız gereken zamanlarda vefasız mı davranmıştık?
Toplum olarak genlerimize işlenen “bazı konuları dışarıda konuşmama” içgüdüsü günlük hayatta yaşadığımız antisemit eylemlerde bizlere susmayı tembihlerken, bir şeylerin zamanla değiştiğine inanmak belki de sadece fazla iyimser bir gözle kendimizi kandırmaktı. Nitekim Alev Alatlı’nın ünlü dilbilimci Noam Chomsky hakkında kullandığı antisemit ifadelere de geniş toplumdan gösterilen cılız tepki bunun göstergelerinden biriydi. Bir yandan içimizdeki entelektüeller neden tıpkı Ermeni toplumunda olduğu gibi kendi konfor duvarlarını aşıp, toplum önünde antisemitizm hakkında tavır almıyor diye hayıflanırken, belki de kendilerini ne kadar bu cemaate ait hissedebildiklerini sorgulamayı atlıyorduk. Hep aynı ağızlardan çıkan kısıtlı söylemlerle kendimizi savunmaya çalışırken, tüm topluma mal olmuş değerlerimizin bizlere yaptıkları eşsiz katkıyı göremiyor ve onlarla yeterli iletişime geçemiyorduk. Hal böyle olunca da içimizden gelen değerler zaman geçtikçe kendi yollarında ilerleyip gittikçe bizden uzaklaşmaktaydı. Modadan, sanata, edebiyattan iş dünyasına birçok parlayan değerimiz kendilerini ‘Türk Yahudi’si kimliğinden önce en iyi yaptıkları işle tanımlamaya başlıyorlardı. Bizlere geri kalan ise bu isimlere hem destek olup gururlanmak hem de zor zamanlarda yardım istemek yerine cılız bir sesle antisemitizme karşı mücadele etmekti. Her ne kadar bu değerler geniş toplumla kurdukları iyi temaslar, yarattıkları eserler ile bir nebze de olsa Yahudi düşmanlığını savuştursa da diğer azınlık toplumları düşünüldüğünde geçmişten günümüze ses veren, tepki gösteren Yahudi toplumu adına halen yetersizdi.
Peki, o zaman, bizler içimizdeki değerlere sahip çıkmak için ne yapmalıyız? Son yıllarda yazı kadrosuna her geçen gün yeni isimleri de alarak Türk Yahudi toplumuna entelektüel katkıda bulunan Şalom gazetesinin yönetim şekli toplumumuza örnek olabilir. Her ne kadar gerek Mario Levi gerekse de toplumumuzdan yetişmiş kimi isimler bir zamanlar Şalom’da yazılması uygun görülmeyen eserleri nedeniyle kopukluk yaşamışsa da bugünün Şalom’u hem çok seslilik hem de yeni Türkiye açısından hepimize ümit vermektedir. Nitekim gazetemizde farklı alt yapılardan gelen, farklı beklentileri, kimi zaman kaprisleri olabilen birçok değerli kalem denge unsuru gözetilip, kimse küstürülmeden aynı çatı altında birleştirilmeye çalışıyor. Biliyoruz ki bu değerler Şalom’da değil de bir başka mecrada da yazdıklarında en az buradaki kadar başarılı olacaklar. Ancak asıl önemli olan onların toplumu ile bağlarını koparmadan bu mücadelede bizle olmalarıdır. Farklı alanlarda geniş toplumda sesini duyurabilmiş dindaşlarımızdan destek beklemeden önce soralım kendimize: “Biz onlara karşı ne kadar vefalı davranabildik?” Eğer bir gün biz bu birliği sağlayıp herkesi kucaklayabilirsek eminim en sessiz kalmayı tercih edenimiz bile gerektiği zaman tepkisini gösterecektir.