Geçtiğimiz yıl tam da bu zamanlar, bir ‘kahramanlık destanı’ yazılmıştı: Türkiye’nin yurt dışındaki tek toprağı olan Suriye’deki Süleyman Şah Türbesi bir yerden başka bir yere taşınmıştı. Bir anda kuvvetli bir milliyetçi rüzgâr esmişti memleketimin her köşesinde, öyle ya, sonuçta ‘kurtarılan’ Ertuğrul Gazi’nin babası, Osman Gazi’nin de dedesi olan, Oğuzların Kayı boyundan gelme, Süleyman Şah’tı. Öyle miydi dersiniz?
Önce geçen sene neler anlatılmış, ona bakalım. Geçtiğimiz yıl bu zamanlar yayınlanan gazetelerde Süleyman Şah’ın hikâyesini herkes gönlüne göre anlatmış. Öyle ki bir konar-göçer olan Süleyman Şah coğrafyayı arşınlamakla yetinmiyor, zamandan zamana da geçiyor. Neyse ki farklı hikâyeler benzer şekilde sonlanıyor, birinde boğuluyor, öbüründe savaşta ölüyor ama en nihayetinde ölüyor ve Caber Kalesinin eteklerine defnediliyor. Gazeteler özel haber yapmak yerine, birbirinden kopyalama derdine düştükleri için, bazen rezil hatalar da olmuş. Kimin şakası bilinmez, Hürriyet’in haberine göre, Süleyman Şah öldükten sonra oğulları arasında ‘oynak’ beyliği konusunda anlaşmazlık çıkmış. Evet, oynak beyliği; İnek Şaban’ın Badi Ekrem’e söylediği gibi!
Hikâyenin bu kadar çok çeşitlilik göstermesinin iki sebebi olsa gerek, ya birden çok Süleyman yanlışlıkla karıştırılmıştır yahut karıştırılması istenmiştir! Burada bir kavramı yardıma çağırmam gerekiyor. Ünlü İngiliz tarihçi Eric Hobsbawm’ın ilk kez duyanları oldukça şaşırtan bir kavramı var: “İcat edilmiş gelenek.” Gelenek hiç icat edilir mi? Ediliyor ama işte. Şöyle diyor Hobsbawn: “Eski gibi görünen ya da eski olma iddiasındaki ‘gelenek’lerin kökenleri sıklıkla oldukça yakın geçmişe dayandığı gibi, bazen bu geleneklerin icat edilmiş oldukları da açık bir gerçektir.” Peki neden icat edilsin ki gelenek? Toplumsal birlik beraberliği ya da gerçek veya sanal bir gruba aidiyeti oluşturmakla, kurumları, statü ya da otorite ilişkilerini oluşturmak ya da meşrulaştırmak Hobsbawn’ın bize sunduğu gerekçelerden ikisi. İkisi de Süleyman Şah’ın ‘uydurma’ hikâyesinde bolca mevcut.
Hikâyedeki ölüm, atının ve kendisinin zırhları yüzünden Habur Çayında boğularak ölen I. Kılıç Arslan’ın ölümünden araklanmış gibi duruyor; işin içine bir de Süleyman girdiğine göre, isim de I. Kılıç Arslan’ın babası Kutalmışoğlu Süleyman Şah’dan geliyor olsa gerektir. Oysa bu Süleyman Şah, Suriye Selçuklularıyla savaşta ölüyor ve Halep Kalesinin önüne defnediliyor. İşte kurgu Süleyman Şah ismini ve hikâyesini, tarihteki bu baba-oğla borçlu.
Hikâyenin müellifi, Osmanlı’nın ilk tarihçilerinden Aşıkpaşazade. Neşri ve Oruç Bey gibi tarihçiler de Osmanlı Hanedanı’nın atası Süleyman Şah’ın Fırat Nehri’ni geçerken boğulduğu ve Caber Kalesine gömüldüğü iddiasına katılıyorlar. Bu tarihçilerin hayatları, 1400’lerin başlarından 1500’lerin ortalarına kadar sürüyor. Bu zaman dilimi, bize Osmanlı Hanedanı’nın neden kendine Selçuklu’dan ve Kayı boyundan bir dede ‘uydurduğunu’ da gayet güzel açıklıyor: Osmanoğulları Karesioğulları, Germiyanoğulları, Karamanoğulları gibi dönemin Türk aristokrasisini bitirmiş, ancak kendisi de bu askeri kökenli aileler gibi saygı uyandıran soyağacına ihtiyaç duyuyor. Öte yandan Anadolu tamamen Türkleştirilmiş ve birlik kurulmuş olsa da o tarihte, Türklere hitap eden başka bir devlet daha vardı Doğu’da: Önce Akkoyunlular, sonra da Safeviler karşısında kendi tebaasının sadakatini tam anlamıyla sağlamak için Türk tarihinden bir meşruiyet kaynağı devşirmek gerekiyordu. İşte kimin yattığı bilinmeyen bu mezar, tam olarak da bu yüzden, dede olarak sahiplenilebilirdi! Hâsılı kelam, bir kurum olarak Osmanlı hanedanı için icat edilmiş bu gelenek, Anadolu’daki statüsünü oluşturmak ve mevcut otoritesini meşrulaştırmak için oldukça işe yaramaktaydı. Kayı boyundan gelme bir dede, Osmanoğulları’na bir anda istediği soyluluğu veriyor, bir uç beyiyken imparatorluğa geçiş sürecinde halktan destek ve saygı görmesini sağlıyordu.
Aslında türbede yatanın kim olduğu hâlâ bilinmiyor, yalnızca önemli bir Türk’e ait olduğu kuvvetle tahmin ediliyor. Ancak kimin yattığının önemi yok, bir kere sahiplenmişti Osmanlı onu dede olarak, öyleyse mezarın abad edilmesi icap ederdi! Öyle de oldu. Batılı çağdaşlarını iyi bir şekilde takip edip devlet geleneği yaratmak için çabalayan II. Abdülhamit ki saltanatı da dünya çapında en çok geleneğin icat edildiği zamanlara denk gelmektedir, mezarın üzerine bir türbe yapılmasını emrediyor önce. Ama gel zaman git zaman Osmanlı’nın soyluluğuna meşruiyet yaratan bu hikâye, 19. yüzyılda, meşhur milliyetçilikler çağında bir anda Türk kökenlere vurgu olarak okunuveriyor. Öyle olunca da Osmanlı’nın yerine geçen TBMM Hükümeti, Fransızlarla yapılan Ankara Antlaşması’nda türbenin Türk toprağı olarak kalması için elinden geleni yapıyor ve muradına eriyor. Durum, sonradan Lozan’da da teyit ediliyor. Süleyman Şah, burada da toplumsal birliği sağlayıp bir gruba aidiyeti oluşturmakta da oldukça başarılıydı!
İşte geçtiğimiz yıl bir anda fetih yapıyormuş gibi destanlar yazılmasına vesile olan mezarın hikâyesi kısaca bu. Kimin yattığı bilinmeyen bir mezar için hop oturup hop kalktık. Ancak tüm bunlara rağmen, bu hikâye yine de ümit vaat ediyor: Eğer dedenizden yeterince memnun değilseniz, yeterince güçlü olduktan sonra, istediğiniz dedeyi sahiplenebilirsiniz! Siz dedenizi nasıl alırdınız?