Türk-Amerikan ilişkileri her daim inişli çıkışlı olmuştur. Ancak son dönemde Suriye’de öncelikli hedefler ve izlenecek yöntemler konusunda ayrışan iki müttefik arasındaki makas giderek açılmakta. Gerilimin dozu Ankara -Washington arası karşılıklı gidip gelen mesajlara mukabil artıyor.
Rus jetinin düşürülmesi ardından barut fıçısına dönen bölgede, Türkiye’nin Suriye’ye askeri müdahale olasılığı yeni bir dünya savaşını tetikleme riski taşıdığından, gerginlik Türk-Amerikan ilişkilerinin omurgasını oluşturan NATO ittifakına da yansımış durumda.
Öyle ki, geçtiğimiz günlerde Lüksemburg Dışişleri Bakanı Jean Asselborn “Rusya’yı askeri bir gerginliğe kışkırtması halinde Türkiye, NATO’nun desteğine güvenmemelidir” dedi. NATO üyesi bir ülkenin bakanından gelen beyanatı, hükümete yakın basın çevrelerinde, 2. Johnson Mektubu vakası olarak niteleyenler dahi var.
Hatırlarsak, Johnson Mektubu, 1964’de Türkiye’nin Kıbrıs’a askeri müdahalesini önlemek maksadıyla dönemin ABD Başkanı Lyndon B. Johnson tarafından Başbakan İsmet İnönü’ye gönderilen ve Kıbrıs’a harekât düzenlendiği takdirde, olası bir Sovyetler Birliği saldırısı karşısında NATO’nun Türkiye’nin yardımına gelmeyeceğini ifade ettiği mektuptur.
Türk-Amerikan ilişkilerinde önemli bir kırılma noktası olmakla beraber, Johnson Mektubu, Suriye meselesi üzerinden yaşanan krizi anlatmak bakımından pek de yerinde bir benzetme sayılmaz. Bugün Suriye’ye olası bir müdahaleyi açıklamak için ne Soğuk Savaş dengelerine, ne de Kıbrıs harekâtına hukuki zemin sağlayan Londra ve Zürih anlaşmaları gibi metinlere atıfta bulunmak mümkün.
Öte yandan, ABD ve NATO’nun tavrında da hayrete düşülecek bir durum yok. NATO 2012’de Türk uçağı Suriye tarafından düşürüldüğünde müdahale etmekten kaçınmış; ABD yönetimi uçağın Suriye hava sahasını ihlal ettiği için vurulduğuna inandığını belirtmişti.
Doğrusu, bugün bulunduğumuz noktaya ağır çekim ilerledik.
Başkanlık koltuğuna hâlihazırda süren askeri operasyonları sonlandırma sözüyle gelen Obama’nın başından beri ne Suriye’ye asker göndermeye ne de uçuşa kapalı bölge fikrine bir türlü yanaşmaması Türkiye’yi alternatif ortaklıklara itti.
Ankara ile Washington arasındaki ayrışma, Başkan Obama’nın 2013’de Guta’daki kimyasal saldırı ardından Rusya aracılığında Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’la uzlaşma yoluna giderek, meşhur kırmızı çizgilerin silinmesine göz yummasıyla iyice su yüzüne vurdu. Guta saldırısı aynı zamanda ABD’nin Suriye politikasında stratejik bir dönüm noktasıydı.
IŞİD’in meydana çıkışı, Kobani kuşatması ve Rusya’nın sahaya inişini kapsayan süreçte Washington IŞİD’le mücadeleye ağırlık verip, Esad’lı geçiş sürecini kabul noktasına gelirken; Ankara Esad’ın iktidardan inmesi koşulundan taviz vermek istemedi. IŞİD karşıtı koalisyona somut destek vermekte geciken Türkiye’nin samimiyeti İncirlik’in koalisyon güçlerine açılması ardından Suriye’de IŞİD’den ziyade Kuzey Irak’taki PKK kamplarının hedef alınması sebebiyle sorgulanır hale geldi. Ve nihayetinde kendi iç dinamiklerinin baskısı sonucu tehdit algısında ibre Suriye Kürtlerinden (PYD) yana döndü.
Bugün Türkiye’nin ABD’den talebi Ankara’daki terör saldırısıyla bağı bulunduğu iddiasıyla PYD ile arasına mesafe koyması.
Ne var ki Suriye’de sahanın dayattığı jeopolitik koşullar ABD’nin PYD ile işbirliğini zorunlu kılıyor. Dahası bu işbirliği Rimelan’daki askeri üsle stratejik kazanıma dönüşmekte.
Öte yandan ABD'li kaynaklar destekledikleri muhalifleri hedef almaya başlayan Suriye Kürtlerinin ikili oynadıklarına ilişkin içerideki tepkileri dile getiriyor. Türkiye'nin vetosuna takılan ve Cenevre'de müzakere masasından dışlanan PYD'nin sırtını giderek Rusya ve Esad'a yaslama riski karşısında ABD sıkışmış.Eğit-Donat'la birlikte çöken "ılımlı Sünni savaşçılar" miti düşünülürse,Demokratik Suriye Güçleri'nin de omurgasını oluşturan PYD'yi kaybetmek istememesi anlaşılır bir durum.
Bu yüzdendir ki, tüm çabalarına rağmen Ankara,Obama yönetimini PKK ile PYD'yi eş tutan yaklaşıma bir türlü ikna edebilmiş değil.
Bu konudaki ısrarı ise sadece ABD ile arasını bozmakla kalmayıp, uluslararası arenada da giderek yalnızlaştırmakta.
Rusya ile ABD 27 Şubat itibariyle Suriye’de ateşkes ilan eadilmesi üzerine anlaştıklarını duyurdular.
Suriye’de kalıcı barış sağlanabilmesi için bölgesel vesayet savaşlarına son vermek suretiyle, yerel güçlerin çarpışmasını durduracak ve dolasıyla tüm tarafları tatmin edecek bir çözüm bulunması şart. Türkiye de 913 kilometrelik sınırıyla taraflardan biri. Ancak jeopolitik konumuna rağmen orta ölçekte bir güç olan Türkiye’nin Suriye konusunda tek başına çözüm dayatması mümkün değil.
Hal böyleyken sağduyulu bir dış politika iki müttefikin farklılıkları bir tarafa koyup, ilişkileri ortak çıkarlar üzerinden yeniden tanımlamalarını gerektiriyor.
Kürt sorununun Türk-Amerikan ilişkilerini 1. Körfez Savaşı’ndan bu yana gölgelediği düşünülürse, Türkiye’nin Kürtlere destek konusunda ABD’yle yaşadığı güven bunalımından kurtuluşu ancak süreci yöneten ana unsur olmayı üstlenip, barış sürecini yeniden başlatmasıyla mümkün olabilir. Ancak bu şekilde sınır ötesine taşan savaşın yerini tekrar barış ve istikrar alır.