Özgürlük nedir diye soruyordu sahnedeki Hollandalı sanatçı Tjerk Ridder 360 dereceden Aşk Festivali kapsamında gerçekleştirdiği performansında izleyicilerine? Her biriniz için özgürlük nedir? Ülkesinde yollarda, atının sırtında geçirdiği zamanı filme alırken de soruyordu rastladıklarına “özgürlük nedir sence?” Her biri, her birimiz kendimize göre cevaplıyorduk... Kimine göre yeni bir ilişki iken özgürlük, kimine göre bir ilişkinin içinde özgür hissedebilmekti, kimine göre ise ilişkisizlikti, kendi başınalığından ödün vermemekti. Kimi ancak daha sınırlayıcı bir ülkede yaşamak zorunda kalınca anlayabilmişti kendi ülkesinde aslında ne kadar özgür olduğunu. Kimi için şarkı söyleyebilmekti özgürlük, kimiyse gece vakti sokakta korkusuzca rahat rahat dolaşabilmek olarak düşünmüştü özgürlüğün kriterini. Sıklıkla kendimizle ilgili idi. Özgürlükten çok, özgür olabilme hissi idi konuşulan.
Özgürlük hissi... Bu hissi yaşamamıza engel olan de kendi korkularımızdı. Sanatçı sordu, film karelerindekiler ve bizler yanıtladık. Sorular açık cevaplar yargısızdı... Bulunduğumuz Hollanda Başkonsolosluğunun şapelinde dingin bir enerji... Neden korkuyorduk? Ve neredeydi umut?
Şarkılar, müzik ve sanatçının şiirlerindeki sözler düşündürüyor. Rahatlatıyor, farklı içsel açılımlara aracı oluyordu. Filmden sekanslar da öyle... Yakalandığı kas hastalığı yüzünden sadece boyundan yukarısını ve elinin parmaklarını kullanabilen Patricia 36 yaşında annesini kaybettiğinde dünyanın sonu geldiğini sanmıştı. Ne yapacaktı bundan sonra? Nasıl yaşayacaktı? Dünyaya ne için gelmişti? İnsanlığa ne verebilirdi? Kızgınlığını, öfkesini, hapisliğini dökmeye başladı bilgisayara. Yazdı. Yazdıkça farkına vardı. Yaşamına bir anlam katmıştı. O hastalığına hapsolmuş biri değildi artık. Hastalığı onu kendinden özgürleştirmişti. Ve doktorlara göre çoktan bu hayata veda etmesi gerekirken, artık anlamlı bir yaşam sürüyordu. Özgürlük ile özgürlük hissi iki ayrı şeydi.
İstiklal Caddesindeki Hollanda Başkonsoloslu- ğunun şapelinden müziğin ve paylaşmışlıkların etkisiyle beynimde bin bir düşünce... Değil, tam tersine düşünceden arınmış, hafiflemiş, serbest kalmış, kurgu ve kuruntuları bertaraf etmişim. Akşam da artık geceye dönüşmüştü.
Yerde, bembeyaz gelinlik elbiselerine bürünmüş iki Barbie bebek duvaklarının taç kısmından ışıklar saça saça, yan yana aydınlatıyorlar geceyi... Başımı kaldırılıyorum, gelinliklerin beyazı kadar aydınlık bir ifade ile bakan zeytin karası gözler... Ben diyeyim Monzanilla, siz deyin Memecik zeytini... Zarif boyunun üzerinde kocaman bir gülümseme: Tuğba.
Tasarladığı Barbie gelinliklerinden ve Barbie’lerden çok, enerjisi ve ruhu çekmişti aslında yoldan geçen beni. Her hangi bir yerde olabilirdi. Her hangi bir şey yapıyor olabilirdim. Önce gözüm sonra ruhum takılmıştı. Okuyormuş. Gazetecilik ikinci sınıfta. Bu dönemde zorlayıcı bir meslek diye düşünmeme kalmadan, bombayı patlattı:
“Savaş Muhabiri olmak istiyorum!” Savaş muhabiri mi?! “Evet, yaşanan acıların görülebilmesi, gösterilebilmesi lazım onların şifalanmaları için.”
Daha henüz yaşamının ilk baharında gencecik bir güzellik ve savaş muhabirliği!!! Nasıl bir tezattır bu! Çocuklarını, gençlerini savaşa yollayan bir toplum, nasıl bir toplumdur.
Özgürlük belki de savaş muhabiri olmayı akla getirecek bir durumda kalmama şansıdır insanın.
Keşke Tuğba mesleğinde öyle başarılı olsa ki, mesleğini yapabilecek bir ortam kalmasa bu dünyada. Zira tüm çocuklar, istisnasız, tüm çocuklar, tüm gençler savaş ve yıkım alanlarını değil, oyun, ve yaratım alanlarını renklendirmeyi hak ediyorlar.
Derken başka bir genç kız, otopark bileti gişesinde çıkıyor karşıma. Dikkat çekecek kadar genç. 20 yaşındaymış. Okul? Dışarıdan liseyi tamamlıyor. Ya sonra “Çok telaşlıyım bu aralar, nişanlanıyorum” Hayırlı olsun. İsmin? Tuğba
“Aynı gün, bambaşka yaşamlar ama insan hep aynı insan“ der gibi. Tuğba. Aynı dünya, bambaşka yaşamlar yine de aynı korkular; farklı algılar ama yine de benzer tepkiler. İnsan hep aynı insan. Barışı, özgürlüğü, mutluluğu hak eden. Yarında umut arayan. İnsan hep aynı insan. Mesele, didişmek yerine örtüşmeyi seçmekte... Bunun yolu da belki Patricia’nın kendisine sorduğu soruyu yanıtlayabilmekte: Buraya ne için geldim? İnsanlığa ne verebilirim?