Her şeyin birbirine karıştığı, etrafın toz duman olduğu, görünenlerin görülmesi gerektiği gibi olmadığı, söylenenlerin anlaşılması gerektiği gibi algılanmadığı, hayatların savrulduğu, doğrular ile eğrilerin yer değiştirdiği, husumetin, kinle nefretin var olmak için vazgeçilmez sayıldığı, haklının güçlü yanında değersizleştiği, ölümün kutsandığı, korku üzerinden hesaplaşmanın amaca giden yolda belirleyici bir yöntem olarak kullanıldığı, mutluluğun insanların elinden sökülüp alındığı, gülmenin unutulduğu, umudun sönmeye başladığı bir dönemden geçiyoruz yine.
Nedeni belirsiz bir çekişme yaşanıyor. Kim kiminle düşman, kim kiminle dost belli değil. Saflar o kadar hızlı bir şekilde değişiyor, olaylar öylesine dalga dalga gelişiyor ki, sağlıklı düşünmeye, düşünüleni uygulamaya zaman kalmıyor. Nefretin gölgesinde her an bir şeyler olacakmış gibi yaşamaya mahkûm edilen insanlar oluverdik.
Birkaç hafta içinde şu yaşananlara bakın! Ankara, İstanbul, Brüksel, Bağdat ve şimdi de Lahor. Dünya çıldırmış olmalı!
İleride bugünün siyasi olaylarını mercek altına alacak tarihçiler, içinden geçmekte olduğumuz bu dönemi terör ile özleştirecekler. Elbette ki terör bu yüzyıla ait bir olgu değil. Ancak bu illet hiç bu kadar doğallaşmamıştı. Devletler topluluğu buna verilmesi gereken tepkilerde hiç bu kadar ayrı düşmemişti.
Olanlar sosyal / siyasi beklentilerin yerine getirilmesi içinse, korku salarak buna ulaşmaya çalışmak niye? Terörün bugüne kadar başardığı insan topluluklarına acı ve eziyet vaat etmekten başka ne olmuştur ki? Devletlerin ve politikalarına yön verenlerin, kendi doğruları için terörden medet umacaklarına inanmak istemiyorum. Yoksa bu konuda çok mu romantik düşünüyorum?
Eğer durum bu değilse, o zaman terör için terör yapılıyor demektir. Amaç ulusları birbirine düşürmek, insanlar arasında olması son derece doğal olan her tür farklılığı sivrileştirmek, toplumları birbirlerine düşman kılmak…
Geçtiğimiz yüzyıl başında ırk temeli üzerinden geliştirilen nefret bugünlerde etnik kimlik ve din üzerinden yürütülüyor. Unutulmaması gereken o günkü nefretin iki büyük savaş doğurduğu. Ezilen halklar o savaşların içinde bir oraya bir buraya savrulurken, yine o dönemlerin ürettiği liderler tarihe damgasını vurdu. Liderler kendi yarattıkları problemleri çözmek için var olduklarını haykırdılar meydanlarda.
O günden bugüne yaşanan en büyük değişiklik, siyasi iradelerden bağımsız hareket eden güç odaklarının varlığı... Devlet dışı, ulus dışı çıkar oluşumlarının kendilerini göstermelerinin en kestirme yolu olarak terör ortaya çıkıyor. Kendini başka şekilde ifade edemeyeceklerin ya da talepleri meşru zeminlerde yankı bulamayacakların başvurduğu bir yöntemden söz ediyoruz. Toplumları paranoya seviyesine getiren, doğal hareket alanlarını kısıtlayan bir korku nöbeti hali…
Beceriksiz davranışların beslediği bu tutulma günümüzde o denli boyutlara ulaşıyor ki içinden çıkılmaz hale geliyor. Oysa terör ile ilgili tanımlamalarda mutabık kalarak; onunla nasıl savaşılabileceği, ne gibi yöntemler geliştirilebileceği konusunda uzlaşı sağlayarak, ortak politikalar üreterek bu felç durumunu iyileştirmek mümkün olabilir. Bunun ilk adımı terörün taşeronlaştırılmaması olacaktır. Meşru olan, meşruiyet çizgisi dahilinde davranırsa, alacağı kararları özgürce alır, adilce uygularsa, terörden kurtulmanın kapısı aralanır.