Cumhuriyet tarihinde tartıştığımız ne varsa, Osmanlı’nın son dönemlerinde ilk örneğini görmek mümkün. Öyle ki yakın zamanlarda en çok duyduğumuz kelimelerden birinin, ‘irtica’nın, ilk kez kullanılması da Miladi takvimle 13 Nisan 1909’da, Rumi takvimle 31 Mart 1325’te başlayan -adını da buradan alan- 31 Mart Vakası’na rastlar.
31 Mart olaylarını, bu kadar yakın bir tarihte olmasına rağmen, tüm detaylarıyla biliyor değiliz, ne kadar planlı ve bilinçli olduğuysa tartışmaya açıktır. Ancak şüphesiz yakın tarihimizin en ilginç ve en çok iz bırakan olaylarından biridir. Daha ilk günden hükümet istifa etmiş, ayaklananlar İstanbul’a hâkim olmuş, sayısız asker ve sivilin yanında bir vekille bir de bakan hayatını kaybetmiş, hepsinden öte o güçlü padişah II. Abdülhamit tahtını kaybetmiştir.
1909, II. Meşrutiyet’in ilanından ancak bir yıl sonrası. II. Meşrutiyet tanımı tek başına dahi, I. Meşrutiyet’in süremediğini göstererek alt metninde devletin yeniden yapılanmasının ve yeni siyasal zihniyetin herkesçe onaylanmadığını anlatıyor. Öyleyse bu savaşımın ilk raundu belliyse, ikinci bir raundu da illa ki görülecektir; bu örnekte de gördüğümüz bir bakıma odur aslında.
Modernite ve kurumları, topluma onu entegre edenler ve kabullenenlerle, reddedip dışlayanlar arasında bir çatlak yaratır. 31 Mart olayını anlamak için kurduğumuz tüm ikilikler, medreseliler-askerler, askerler içinde de mektepliler-alaylılar/eski eğitim-yeni eğitim gibi, aslında temel olarak bu çatlağa dayanır. Taraflar arasındaki ayrışmanın keskinleşmesi, askerler arasında çatışmaya, bir ay içinde birkaç kez hükümet değişmesine, İstanbul’un aynı ordunun askerlerinin çatışmasına şahit olmasına neden olur.
Öncelikle meşhur ikiliklere bakalım. Mesele sadece alaylı-mektepli subaylar ayrımı ve alaylı subayların kendilerini dışlanmış hissetmelerinden ibaret değildir. Askerlerle medreseliler arasında da çatışma vardır, çünkü o zamana dek medreseliler askerlik hizmetinden muaftırlar ve askerler bunu haksızlık olarak görmekte, medreselilerin yalnızca belli bir sınavı geçebilenlerinin bu muafiyetten yararlanmasını istemektedirler. Böyle bir sınav zar zor yürürlüğe girince, Harbiye Nezareti medreselilerin şimşeklerini üzerine çeker. Modern eğitim almamış alaylılarla ayrıcalığını yitiren medreseliler için ortak bir ayaklanmada yapıştırıcı unsurun dini motifler olacağı açıktır. Zaten öyle de olur, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin (İTC) ibadeti talimden kaçma bahanesi olarak gördüğü iddia olunur. Dini motifli muhalefet sesini Volkan ve Mizan gibi gazetelerde bulur, bu yayınlar İTC’nin yürüttüğü politikalardan zarar görenlerin kulağına hoş gelir.
Tüm bunlar üst üste gelince, Taşkışla’da bir grup asker komutayı ele geçirip Ayasofya Meydanına doğru ilerler, bu heyecan diğer kışlaları da etkiler ve ayaklanma büyür. Slogan basit ve çokça taraftar toplayıcı niteliktedir: “Şeriat isteriz, padişahım çok yaşa!” Bu hengâmede bir grup hoca ve medreseli ayaklanmaya katılır ve İTC’yi şeytanlaştırarak ‘mektepli’ subayların orduyu Frenkleştirmeye çalıştığını, dini hükümlerin ayaklar altına alındığını anlatan konuşmalar yaparlar. Sonra Meclis kuşatılır, ayaklananların istedikleri görev değişikliklerinin yapıldığı haber verilecekken, kuşatılan Meclis binası işgal edilir ve Adliye Nazırı Nazım Paşa ve Lazkiye Milletvekili Aslan Bey, Ahmed Rıza Bey ve Hüseyin Cahit Bey zannedilerek öldürülür, kabine II. Abdülhamit’in isteği üzerine istifa eder. Hükümet değişir ama heyhat, kan dökülmüştür bir kere. Öyle ki genel af da işe yaramaz, cinayetler devam eder.
Meşrutiyet’in ilanını sağlayan Makedonya-Selanik taraflarında İTC, İstanbul’daki duruma müdahale etmek üzere bir kuvvet yollama konusunda birleşir, birliklere gönüllüler de katılır. Bu gönüllüler arasında Meşrutiyet’in birleştirdiği farklı unsurlar da bulunur, örneğin silahlanan bir grup Ermeni, II. Meşrutiyet’i korumak için gönüllüler arasındadır.
İstanbul’a gidecek olan ordunun adı, dönemindeki pek çok siyasi harekete benzer şekilde, ‘Hareket Ordusu’ olacaktır. 23-24 Nisan akşamı ordu İstanbul içlerine ilerler ve kışlalardaki hareket bastırılır, ordu birlikleri Yıldız Sarayına ilerler. 27 Nisan’da operasyon tamamdır, Hareket Ordusu İstanbul’a hâkimdir ve sırada II. Abdülhamit’in halli meselesi vardır. Bu konu da Meclis’in yeniden kendi binasına döndükten sonra ele alacağı ilk mesele olacaktır: Mehmet Reşat Efendi tahta çıkar, II. Abdülhamit de, ‘yeni’nin doğduğu yere, Selanik’e sürgüne gönderilir. Ayaklanmanın sonu 70 kişi için idam, 420 kişi için müebbet ve İstanbul’un meydanları için kurulan darağaçlarıdır.
31 Mart’ın bugüne kalan yanı yalnızca şehitler için yapılan ve Şişli Belediyesi’nin logosunda da yer alan Abide-i Hürriyet değildir. Bir de ‘irtica’ korkusu salınır artık. Ricat, rücu gibi kelimelerle aynı kökten gelen irtica, gericilik anlamında. “Şeriat isteriz” diye ayaklanan er ve erbaşlar (Bazı subayların bu formalarla ayaklanmaya katıldığı da söylenir), medrese öğrencileri ve ordudan uzaklaştırılan alaylıların arasına bir süre sonra Beyoğlu’na çıkan Türk kadınları kovalayan gericiler katılır ki asıl büyük sorun da belki de bu travmadır.
Modernite hiçbir toplumda güllük gülistanlık bir şekilde kabul edilmedi, modernitenin doğduğu ülkelerde dahi bu uzun ve kanlı bir süreç oldu. Modernite, her elinin değdiği yerde eski sistemi savunan muhalefeti üretti. Bu muhalefet odakları, yer yer devrimleri tersine çevirip iktidara da geldiler kısa bir süre. Osmanlı’daki 31 Mart olayı da buna benzer bir olaydı. Modernite Osmanlı’ya orduyla girmişti ve siyasal alanda bunun taşıyıcısı olan İTC de tepkilerin odağıydı. Muhalefetin fitilini ateşlediği ama sonra kontrol de edemediği bir yangına dönen 31 Mart olayı için şeriatçı demek pek doğru değil, ancak şüphesiz bu gerici bir harekettir. Zaten ayaklananların kontrolündeki kısa bir süre içinde meydanlarda söylev verenler arasında ulema mensupları vardır ama yüksek kademedeki ulema, işin içinde değildir. Görünen köy, daha çok, dini motiflerin, yeniliklerden memnun olmayan kitleyi ayaklandırmak için siyasi amaçlarla kullanıldığı gerçeğidir.
Tarih aslında ne kadar güncel, değil mi?