‘Rabin’in Son Günü’, İzak Rabin’in 20 yıl önce bir İsrailli tarafından katledilmesini doküdrama stilinde anlatırken hem hafızalardan silinmeye başlayan suikastı, hem de cinayet öncesi İsrail’deki kimi çevrelerin kullandıkları şiddet dilinin nerelere varabileceğini de hatırlatıyor insana.
İstanbul Film Festivali’nde bir film gördüm ve adeta yıkıldım. Hepimizin unuttuğu ve sonuçlarıyla tarihi değiştiren olayı anlatan filmi iyi ki çekmiş, İsrail’in kült yönetmeni, Amos Gitai. Zira hafızanın unutkanlık özelliğinin Şeytan’ın en sevdiği insani zaafı olduğunu hatırlatıyor bizlere.
‘Rabin’in Son Günü’, İzak Rabin’in 20 yıl önce bir İsrailli tarafından katledilmesini doküdrama stilinde anlatırken hem hafızalardan silinmeye başlayan suikastı, hem de cinayet öncesi İsrail’deki kimi çevrelerin kullandıkları şiddet dilinin nerelere varabileceğini de hatırlatıyor insana.
Evet, İsrail’in kuruluşunda ve bağımsızlık savaşlarında büyük rol oynayan, tam 27 yıl İsrail Ordusu’nda ülkesini savunan bir komutan ve sonra başbakan olan Rabin, bölgenin makûs talihini yenmeyi amaçlayarak Filistinlilerle bir şekilde barışı düşündüğü anda kara listeye alınacaktı ülkesinde.
1993’te ABD Başkanı Bill Clinton arabuluculuğunda Yaser Arafat ile imzaladığı Oslo Anlaşması barış yolunda sadece bir çerçeve anlaşmasıyken bunun, İsrail ve Yahudi halkı için sonun başlangıcı olduğunu düşünenler bir bir sahnede yerlerini almaya başlayacaklardı.
1994’te dönemin Türkiye Başbakanı Tansu Çiller ile birlikte İsrail’i, Rabin ve Arafat’ı ziyarete gittiğimde, Rabin’de barışın ışığını görmüş ama bu maraton koşusunda hem kendi ülkesindeki zorluklardan hem de Arafat’ın ‘yan çizme ‘ eğiliminden dolayı hissettiği kimi düş kırıklıklarını da hissetmemiş değildim. Ama kararlıydı. Her şeye rağmen barışa bir şans vermek istiyordu.
Bu ziyaretten tam bir sene sonra, Arafat ile Nobel Barış Ödülü’nü paylaşmasının akabinde, ‘barış mitingi’ yaptığı Tel Aviv’deki Krallar Meydanından büyük kalabalık ve desteğinin verdiği iç rahatlığıyla arabasına binmeye çalıştığı anda aşırı sağcı ve dinci bir hukuk öğrencisi, Yigal Amir tarafından üç metreden arkadan kurşunlanacak ve birkaç saat sonra can verecekti koca Rabin.
Amos Gitai suikastı incelerken dünyanın en iyi istihbarat kuruluşuna sahip olduğu iddia edilen İsrail Devleti’nin nasıl olur da bir suikastçıyı ıskalayabildiğini ve Amir’in güvenlik çemberini aşarak bu kadar yakından cinayeti nasıl işleyebileceğini, seyirciye komplo teorilerine inanmayı ona bırakarak gösteriyor, sorgulamadaki kimi çelişkilerle birlikte.
Ama Gitai başka bir şey daha yapıyor. Suikasta giden siyasi ve toplumsal iklimi seyircinin gözüne sokuyor adeta. Yahudi Din Yasası – Alaha’da da yeri olan ‘Din Rodef’in (insana kendisini ve başkalarını öldürmeye yeltenenleri öldürme hakkı veren kavram) kimi aşırı dinci çevrelerce Rabin’e uygulanmasının gerektiğini gösteren bazı gizli toplantıları da gösteriyor. Bir başka gizli toplantıda kimi dinci psikanalistlerin Rabin’in Hitler gibi şizofreni içinde bir hayat sürdüğünü de iddia ettiğini gösterip suikasta giden yoldaki bütün bu çevrelerin geliştirdiği tahrik gücü yüksek nefret söylemine dikkat çekiyor.
Dahası Gitai, katilin sorgulama esnasında cinayeti Din Rodef’ten hareketle hiç bir pişmanlığa yer vermeden işlediğini de gösteriyor. Savcının, “Halkın seçtiği bir lideri öldürme kararını sen nasıl verebilirsin?” sorusuna sırıtarak kendinden emin bir şekilde cevapsız bıraktığını da resmediyor…
Film, muhalefetin yükselen yıldızı olan Bibi Netanyahu’nun, “Gerçek barışı, Rabin’in çakma barış girişimi değil bizim barışımız getirecektir” dediği ünlü mitinginde, Nazi üniformalı Rabin’in resimleriyle dolu miting alanında, kalabalık kitlelerin “Hain Rabin” haykırışlarıyla birlikte İsrail tarihindeki ilkleri de gösteriyordu. Kutuplaşma ve beğenilmeyen siyasetçiye vurulan o aşağılık ‘hain’ nitelemesi, hep bir ilkti o topraklarda.
Kullanılan şiddet dilinin nerelere varabileceğini en sonunda büyük bir acı ve utanç ile görecekti İsrail demokrasisi…
Film, hiç bir vicdan sömürüsüne yer vermeden suikasta giden yolu her yönüyle seyirciye sunup son kararı ona bırakıyor. Lakin tek bir bölüm var ki, insan kahrolmadan edemiyor: Rabin, ABD’ye yaptığı ziyaretten hemen sonra- suikasttan dört gün önce- verdiği bir röportajda şöyle söyleyecekti: “ABD’ye gitmeden önce Netanyahu ile oturduk, konuştuk, dertleştik ve barış meselesini tartıştık. Beni çok iyi dinledi ve anladı. Ama seyahatten bir döndüm ve gördüm ki sanki beni hiç dinlememişçesine mitingde konuşmuş. Çok üzüldüm bu ikiyüzlü siyasete…”
Amos Gitai’ın Netanyahu’dan bu konuda bir görüş almaması filmin önemli bir eksikliği olarak göze çarptı son tahlilde.
***
Ender Ortadoğu yazılarımda hep aynı soruyu sorarım, “Filistinliler BM taksim planını kabul etselerdi bugün bölge nasıl olurdu?” diye. Şimdi de, “Eğer Rabin öldürülmesiydi bölge nasıl olurdu?”yu sormak istiyorum. Cevabını hiç bilemiyorum tabii. İsrail’in, statükonun değiştirilmesini istemeyen politikacıları ile Hamas’ı ve diğer, ‘İsraillileri denize dökme’ rüyasında olanları görünce hiç ama hiç bilemiyorum.
Tek bir şeyi iyi biliyorum. Rabin’in katledilmesi ile hem İsrail’in kurucu öğelerinden sol öldü, hem de barış süreci buzdolabında kaldı…