Y ılda bir gün hatırlanan olaylardan biri de bu hafta. 24 Nisan tarihi her sene soykırım mıydı değil miydi tartışmaları, hangi meclis soykırım yasası geçirdi haberleri ve ABD Başkanı acaba olayları nasıl anacak merakıyla geçer. Geçer ve gider, bir sonraki seneye kadar konu kimsenin gündemine girmez.
Her ne kadar yıllardır konuşulsa da, hep aynı şeyler konuşulduğu için artık konu çok az dikkat çekmeye başlamıştır, bir tarafın soykırım, öbür tarafın değil diye bağırmasından başka ses duyulmaz, aklıselim sahipleri köşeye itilmiştir. Soykırım tartışması bugün tarihçilerin akademik tartışmasından çok, siyasetçilerin ve aktivistlerin siyasi kavgası niteliğindedir. Yani herkes kampına göre yorum yapar, olayları serinkanlılıkla değerlendirenler oyunun dışında kalır.
Oysa siyasi tartışmalar bir kenara bırakıldığında, bugün bu konu tarihçiler için halen verimli bir tartışma alanıdır. Soykırım mı değil mi, kavgasından öte, soykırım terimi üzerinden düşünülür; zira bir kere terim tanımlandıktan sonra olaya uygulayıp öyle mi değil mi diye bakmak gayet kolaydır. Bu konuda literatür tabii oldukça kapsamlı, bir yazıda özetlemek mümkün değil. Öncelikle söylenmesi gereken, medyadaki gibi ‘inkârcılar’ ve ‘soykırımcılar’ gibi iki grubun olmadığı. 1915 özelinde yabancı tarihçilerden soykırımdır diyenler olduğu gibi, demeyenler de var; bu siyasi bir tercih değil, akademik bir kaygı daha çok. Soykırım, Holokost hariç olmak üzere, ispatlanması çok zor olan bir konu.
Öncelikle siyasi tartışmayla baltalanan bir alan olduğu için konuya hiç ‘bulaşmayan’ tarihçilerin olduğunu da belirtmek gerek. Aynı durum ‘Soykırımdır’ diyenler arasında da görülebiliyor, “Aman tadımız kaçmasın Ali Rıza Bey” mantığıyla hareket etmek gerekebiliyor. Nitekim ünlü tarihçilerden Bernard Lewis, bir röportajında bunun soykırım değil de ‘Savaşın bir yan ürünü” olduğunu söyleyince 1 Frank da olsa para cezasına çarptırılmıştı. Görünen o ki, bu tarihi meselede tarihçileri dinlemeye çok kişinin niyeti yok, en büyük sorun da belki de bu.
Böylesi kavgalarda iki tarafı da memnun edemeyenleri de görmenin önemli olduğuna inanlardanım. Onlardan biri, Guenter Lewy. Lewy’nin The Armenian Massacres in Ottoman Turkey: A Disputed Genocide başlıklı çalışması, özetle, Osmanlı hükümetinin suçlu olduğunu, ama bu suçu taammüden işlemediğini, haliyle de bu suçun bir soykırım olmadığını anlatıyor. Bu, kaç kişinin öldüğüne, olayın boyutuna göre soykırım terimi kullanılmasını isteyenlerin görmediği bir noktaya, taammüde işaret ediyor. Taammüt, yalnız bu konuda değil, dünyada hâlihazırda var olan yüzden fazla soykırım iddiası içinde bir turnusol kâğıdı işlevi görebilir. Zira, yegane soykırım diye tanımlayabileceğimiz Holokost’un en belki de en korkunç yanı, tüm bunların kasten, baştan sona planlı bir şekilde yapılması.
Lewy, özetle, savaş sorunlarının üstüne bir de gıda problemlerinin bindiğini, İngilizlerin Çanakkale’ye kadar gelmesi üzerine İstanbul’un düşmesi riskini bir hayat memat meselesi olarak gören Osmanlı’nın tehcir kararı aldığını belirtiyor. Sahiden de Ermeniler cephe olmasa da olacak korkusundan dolayı Tekirdağ’dan, İzmit’ten dahi alınıyorlar. Neredeyse can havliyle uygulanan askeri bir stratejiyle başlıyor her şey. Lewy’nin iddiası pek çok olayın, merkezi hükümetin ölümleri planlamadığını gösterdiği üzerine kurulu. Ölümlerde Osmanlı bürokrasinin başarısız yapılanmasının, imkânların sınırlılığı, taşıma sisteminin ilkelliği gibi gerekçelerin oynadığı rolü objektif bir şekilde gözler önüne sunuyor. Biz burada buna belki oluşan linç havasını da ekleyebiliriz.
Guenter Lewy’nin ‘Taammüt yok’ itirazının yanına, hükümetin aldığı bu karardan haberi bile olmayan kabine üyelerinin olduğunu (Bu, tehcirde yaşanacak olanların, bir devletin tüm organlarıyla karar alıp uygulaması şeklinde olmadığını da gösteriyor), tehciri onaylayıp sonra da tehcirin dönüştüğü hali ayıplayanların da var olduğunu, o günün şartlarında kaynaklarını bilen bir hükümetin tehcir edeceği insanların öleceğini öngörmesi gerektiğini not etmek de gerek. Zira Lewy’nin gösterdiği şartlarda insanlar göçe zorlanırken yolda en azından çocuklarla yaşlıların öleceği muhtemelen öngörülüyordu. Dolayısıyla bu bir soykırım mı değil mi diye tartışmaktan çok, soykırım olmadığı ama ne olduğu konusunda tartışma yürütmek gerekiyor.
Çünkü 1915’te “Hadi dünyayı Ermenilerden temizleyelim” gibi bir mantalitenin olmadığı aşikâr. Gerçekten de Nazilerin Yahudilere yaptığıyla, Osmanlının yaptığı birbirinin kesinlikle aynısı değil. Türkiye Holokost’un ne olduğunu iyi bir şekilde bilen bir ülke ve haliyle bu ikisini mukayese edebiliyor, kendi kulağına gelenlerin izlediği belgeseldekilerle bir olmadığını biliyor, sonuç olarak da tepki koyuyor. Toplama kampları, fırınlar gibi vahşilikler, bir kavmi tamamen yok etmek için sınırları açıp o unsurun mensuplarını başka başka ülkelerde dahi kovalamak gibi delilikler 1915’te yok.
Ancak yine de 1915’te yaşananlar savaş ve insanlık suçu, ama soykırım demek kesinlikle yanlış. Her insanlık suçuna soykırım demek, Holokost’un sıradanlaştırılması, soykırım kavramının da içinin boşaltılması sonucunu doğurma riski taşıyor. Bu terim, iddia edilen olayların yalnızca birinde geçerli ve bunun böyle kalması gerektiğinde ısrarlı olmak gerekiyor.