Sevgili dostlar,
Café Filosofia’nın ilgi odağı felsefe değil yaşam… Hepimizin en yakından tanıdığı, Profesör Google’ın bile bizim kadar aşina olmadığı tek konu…
Yaşam, bize bir tek kez yaşanmak üzere verilmiş -ve her geçen gün bir gününü yitirdiğimiz- eşsiz bir hediye… Ama ne yazıktır ki hediye paketinden bir ‘kullanım kılavuzu’ çıkmaz… Bu her şeyden etkilenen, üzülen, öfkelenen, halden hale giren nazik malzemeden bir sanat yapıtı çıkarmak da mümkün, orta halli bir şey de…
Dünyaya, nasıl yaşamamız gerektiğine dair tam bir cehalet içinde geliyoruz.
Eğer yaşamla ilgili sorularımıza bilim henüz yanıt veremiyor ve eğer teolojinin verdiği yanıtlar bizi artık ‘kesmiyor’ ise, geriye başvurabileceğimiz tek bir merci kalıyor: kendi aklımız.
Felsefenin ise hep aklın yolunda kalması iyi olurdu ama bazen ‘yan yollara’ saptığı oluyor… Bazı felsefeciler, yaşamın nasıl işlediğini anlayıp, ona nasıl yön verileceğine odaklanacaklarına, hayatın niçin böyle olduğuna, doğanın ne gibi bir amacı olabileceğine, yaşamın anlamının ne olduğuna dair yanıtlanması olanaksız sorular üretmeye başlıyorlar.
Doğanın bir amacı ‘olması gerektiğini’ düşünmesi, insanın temel bir önyargısından kaynaklanır. Kendi isteklerinin farkında olup, onu bir şeyler istemeye iten nedenlerin farkında olmadığı için, insan yaptığı her şeyi özgür iradesiyle ve bir amaç uğruna yaptığını düşünür. Sonra, tutar bu önyargısını doğanın tümüne uzatır ve doğanın da ‘tıpkı kendisi gibi’ her şeyi bir amaç uğruna yaptığına inanmaya başlar.
‘Felsefe yapan’ insanın bir başka karakteristiği de, yaşamına bir anlam yakıştırma eğilimidir. Çoğu düşünen insana göre, ucunda ölüm bulunan bu yaşam yolculuğunun ‘bir anlamı olması gerekir.’
İnsanın anlamla ilgili anlamsız sorular sormasında önemli bir sakınca yoktur; sakıncalı olan bu sorulara gelen yanıtlara inanmasıdır. Sorulan her soru, ne kadar absürt ve yanıtlanamaz olursa olsun, bir kez soruldu mu, kendisini yanıtlayacak kişileri de yaratıverir. Bu kendi yarattığımız soruları yanıtlayacak düşünce önderleri, gurular, ‘kutsal kişiler’, yaşam uzmanları vs. mantar gibi bitiverir…
Bunlar, nereden geldiğimize, nereye gittiğimize, yaşamdaki amacımızın ne olduğuna, öldükten sonra ne olacağımıza, kısacası, bizim için esrarengiz olan her şeye dair yanıtlar getirirler… Ve biz, yanıtların sığlığını esrarengiz olanın derinliğinden daha güvenli bulduğumuz için, günlük deneyimimizin ve aklımızın bütün itirazlarına kulaklarımızı kapatarak bu yanıtlara sıkı sıkıya sarılırız… Aranan yanıt bulunmuştur… Yanlış olsun, bizim olsun…
Kimi felsefeciye göre, insanın bütün ufku ‘işte bu dünyadır’; kimine göre de bu dünya, çok daha kökten bir âlemin yanında yüzeysel kalır. Ve tabii ki her iki taraf da, söylediğini sanki “ötesini” kendi gözüyle görmüş gibi… Yani öylesine bir güven duygusu içinde söyler.
Üst üste yığılan düşünceler, zihinlerimizde kümülatif kafa karışıklığı yaratır ve çoğu zaman, yeni bir felsefenin ortaya çıkış nedeni ve amacı, bir öncekinin verdiği zararı etkisiz kılmaktan ibarettir… Bu yeni felsefenin olumsuz etkilerini de bir sonraki nötrleştirmeye çalışacaktır.
İşte -özellikle Batı dünyasında- felsefe böyle gelişir: Tez, onu çürüten antitez ve bu ikisini uzlaştıran sentez… Filozoflar kitaplarının içinde harıl harıl çalışırken, gerçek yaşam ise, kitapların dışında, işleyişini ve evrimini sessizce sürdürür… Ampirizm, septisizm, pragmatizm, egzistansiyalizm ve akla gelecek her türlü felsefi akım, tutum ve ‘tutukluk’ yaşamın umurunda bile olmaz…
***
Batı felsefesinin fırtınalı sularında uzun bir yolculuktan sonra, Spinoza gibi biriyle karşılaşan ‘bilgelik dostu’, okyanusun sessiz fakat uçsuz bucaksız dibi ile tanışmış gibi olur… Derinliklerin ne kadar durgun ve dingin olduğunu gözler; fırtınaların yüzeyde kopan ve sadece yüzeydekilere zarar veren kuru gürültüden başka bir şey olmadığını görür.
Spinoza ve Buddha gibi yaşam ustalarının sükûnet ve dinginliği, felsefelerinin acil olmayan konuları ele aldığından değildir. Tersine, bunlarla tanıştığımızda, felsefe zihnimizde ciddi ve acil bir hal alır.
Acil konular ise, aceleye gelmez…