Belki de yeniden tanımlamalı başarıyı. Tüm diğer olguları ve yargıları da tabii. Eğitimi sorgulamalı, tüm sistemleri sorgulamalı ve günün bakışında tanımlamalı her birini yeniden. Öyle ya, yeni çağın ihtiyaçları eski çağ yöntemleri ile karşılanamaz. Hatta yeniden –hem de tamamen ters bir bakış açısıyla- yazmalı tarihi.
Yaklaşık altı yıl öncesine gelir, kendime yolculuğumun başlangıcı. Daha doğrusu kendime yolculuğun etkin başlangıcı. Yoksa kendime yolculuk daha annemin bedenindeki sımsıcak, huzurlu ama artık biraz da sıkışık gelen ortamdan ayrıldığım gün başlamıştı da, ben henüz bunun farkında değildim. Her birimiz gibi! Bir yandan içine doğduğum toplumun ‘dayattığı’ doğruları öğrenerek uyumlu bir birey olarak büyürken bir yandan da kendi doğrularımdan ödün vermemek üzere çaba sarf edişimle başladı belki de ilk farklılaşmalar. O yüzden ‘inatçı’ etiketi yapıştı üzerime. Oysa, ortaokul yıllarımda uzun süre şefkat yuvasını ziyaret ettiğim değerli insan Psikolog Suna Tanaltay’ın bana dediği gibi ‘inatçılık tek başına farkında olunan bir hal değil’di. İnatçılık ancak bir konuda farklı görüşe sahip iki kişinin karşı karşıya gelmesi halinde ortaya çıkan bir durumdu. O zamanlardan, gözümün önünden hiç gitmeyen, sevgili babacığımın –ruhu şad olsun- ofisinde bir poster: iki at birbirlerine arkalarını dönmüşler. İkisinin de önünde biraz ötede birer kova saman. Birbirlerine bir iple bağlı olan bu atlar ters yönlere gitmeye çalıştıklarından ne kadar aç da olsalar, yiyeceğe bir türlü ulaşamıyorlar. Onların hemen altında bir diğer görüntü. Kovalar aynı yerde. Ancak bu sefer atların her ikisi de aynı yöne dönmüş ve kovadaki samanı afiyetle yemekteler. Yıllar sonra bir iş için uğradığımda konuştuğum arkadaşlar, o posteri hatırlamadılar bile. Zaman içinde o ofisten taşınılmış, söz konusu poster kim bilir nerelerde yok olmuş gitmiş. Bana verdiği o mesaj ise bugün kadar taze. Belki de yıllar önce küçük kız çocuğunun o günkü farkındalığıdır kendime yolculuğun başlangıcı. Başlangıç noktası nerede olmuşsa olmuş, önemli değil; beni bu güne getirmiş. Yaşanmışlıklar, okunan kitaplar, algılamalar ve geldiğim şu günde, her şeye yeniden yepyeni bir gözle bakma isteği... Tüm yaşamımızı yıllar öncesine dayanan algıların ışığında şekillendirdiğimizi görünce insan düşünmeden edemiyor: Tüm yargıları, tüm sistemleri yeniden yazmaya kalksak neleri değiştirirdik acaba?
Ben, tanımları değiştirirdim olasılıkla.
Belki de öncelikle başarı tanımını değiştirirdim. Başarı ne sınavdan alınan bir sonuç olurdu benim için, ne mevki, ne para, ne de bir savaştan zaferle çıkmak. Ne kadar çok şefkat yayabildiğin olurdu kıstas. İnsana, hayvana, doğaya, topluma. Hangi mercilere geldiğin değil, olduğun yerde nasıl etki yarattığın, yaşama nasıl tepki verdiğin önemli olurdu. Kişisel olarak -ya da toplumsal- etki alanında ne kadar yüksek bir birliktelik bilinci yaratabildiğin olurdu kıstas. Ayrılık değil birliktir çünkü insanı da toplumu da yücelten.
Eğitim sistemini değiştirirdim. Ezberler yerine - ki ezber de aslında insana yaşam yolunda güzel örnekler veriyor- daha çok sorgulayıcı bir eğitim sistemi kurmak isterdim. Doğruları tek satır bilgi olarak vermek yerine yaşama dokunarak öğrenmeyi sağlayacak yöntemler geliştirmek isterdim. Böyle olunca sınavları da kaldırırdım. Yaşamın kendisi zaten bir sınav.
İnsanın insana ettiğini anmak, toplumun topluma, toplumun doğaya zaferlerini kutlamak yerine doğayı kutsardım. Sözde kalan kutlamalar yerine özde coşkuyla kutsardım yaşamı.
Mevcut sistemde yetişip mevcut sistemden farklı olanı sorgulamayan bir toplum elbet oyunu sisteme göre oynuyor. Oysa çağ değişiyor, dünya yeni bir neslin ihtiyaçlarına göre şekilleniyor. Doğanın kanunu bu: ancak uyum sağlayan yaşamı idame ediyor. Uyum sağlayamayan, toleransı kadar esneyecek. Toleransın bittiği yerde ise kırılıp yok olmaya mahkûm.
Bir düşünseniz, sizler neler değiştirirdiniz. Sonsuz bir süreç bu. Yaşam ise bir döngü. Düzen ve düzensizlik, etki ve tepki, sebep ve sonuç hepsi el ele dolaşan çiftler. Hatta daha dikkatli bakıldığında, görülen o ki, bu çiftler aslında aynı tahterevalli tahtasının farklı uçları. Biri diğerini çağırır her zaman. Düzen ne kadar yukarı çıkarsa, düzensizlik de o kadar ağır gelecektir peşinden. Zira dengenin sırrı durağanlıkta değil, harekette gizlidir. Başarı hırsı ne kadar yüksek olursa o kadar ağır atacaktır başarısızlık da tokadını. Ne kadar derin gözükürse gözüksün karanlık; aydınlık, mutlaka onun içinden çıkacaktır. Ve düzen zaten bu düzensizlikte gizlidir.
II. Dünya Savaşı’nda yok olan canları andık geçtiğimiz hafta Yom Aşoa gününde. Bir yandan da baharın uyanışına tanıklık ediyorduk. Sağlık ve mucizenin yaşamlarımızda tuttuğu önemi ve umudu simgeleyen Hıdrellez günü dileklerini astı kimileri gül ağaçlarına, bolluğa ve yaşamın kutsanmasına bir umut olarak... Anneler Gününde bizlere yaşam veren annelerimizi kutsadık. Anneler doğumun, bahar ise yeniden doğumun simgesi. Bahar yaşamın her ne olursa olsun üstün geleceğinin bir kanıtı!
Tıpkı İspanyol Şair Jorge Gilles’in şiirinde dediği gibi: ”Fırlatmak, fırlatmak korkusuzca tüm fazlalıkları ve çığlıkları... Ve pırıl pırıl, yeniden doğmak... Mutlu, hızlı bir yıldız gibi, hafif ve tek başına...”
Yeniden doğmak, doğurmak kendini kendinden. Önce bireysel sonra toplumsal olarak. Yaşam katmak yaşama. Belki de bu olmalı başarının tek tanımı.