Tarih tekerrürden ibarettir, derler. İbaret midir değil midir, ayrı bir tartışma konusu; ancak tarihte yaşanmış olaylarla bugün yaşananlar arasındaki birtakım benzerliklerden bugüne dair siyasi çıkarımlar yapıldığı da aşikâr. Bunun kötü sonuçlarından biri de, bugün verilmek istenen mesajlara göre geçmişteki olayları ve kahramanları yargılamak, kimilerini suçlu bulup silmeye çalışmak. Bu maalesef insanların tarihi doğru düzgün öğrenip kavramalarını, kendi yargılarına ulaşmalarını engelleyen bir mesele.
Son yıllarda bu sıkça yapıldı. Geçmişle yüzleşmek adına tarihçi kisvesine bürünen köşe yazarları gazetelerinde hem savcı hem hâkim oldular, makamlarını pek sevip hüküm üstüne hüküm verdiler. Bunu yapmanın da en kolay yolu, geçmişten suçlar ve suçlular bulup yukarıdan bir dille anlatmaktı. Bu şekilde beklenmeyecek kadar çok değişti Türkiye’nin yakın tarihi, yakın zamanda. Artık başka bir anlatı öne çıkarılıyor, birtakım olaylar farklı şekilde yorumlanarak, birtakım kişiler hatırlatılıp birtakım kişiler unutturularak. Türkiye’nin genç nüfus yapısı, bu masallarla büyüyen geniş bir kitle yaratılmasını da hızlandıran bir altyapı sunuyordu. Yaratıldı da. Bugün kenarda köşede kalan birkaç büst dahi hafızaların ‘silinmesi’ amacıyla yerlerinden edilirken, hatırlayıp da sesini çıkaran kimse pek yok gibi.
Bunun bir örneği de 27 Mayıs. 1960’ın nasıl hatırlatıldığı, nelerin unutturulmaya çalışıldığını fark ederseniz, yukarıda değindiğim yeni anlatıyı kolaylıkla fark edebiliyorsunuz. 27 Mayıs’la ‘yüzleşme’ geçtiğimiz yıllarda çoğunlukla Menderes ve arkadaşlarının mahkemelerde nasıl yargılandıkları ‘köpek’ ve ‘bebek davaları’ öne çıkarılarak işlendi. Hikâye, darbe mağduru masum Menderes imajı üzerine ‘kurgulanmıştı’. Oysa hepimiz biliriz ki hiç kimse ne tamamen sevaptan, ne de tamamen günahtan oluşur; gerçek ikisinin arasında bir yerdedir ve Menderes için de bu böyledir. Menderes’e mahkemede gösterilen tavır ve idamlar, Menderes’in hatalarını da ‘hatırlamaya’ engel değil, olmamalı.
Bir başka deyişle 27 Mayıs ‘hatırlanırken’ yalnızca 27 Mayıs’ın sonrasına işaret ediliyor, oysa bunun bir de öncesi var, o öncesinde de, başka kurbanlar var. İşte büstleri kaldırılan kurbanlar, bu kurbanlar. Ordunun yönetime el koymasının bir ay öncesinde, 28-29-30 Nisan tarihlerinde yapılan protestolarda polis kurşunuyla ölen Turan Emeksiz bunlardan biri.
DP’nin son zamanlarındaki otoriter eğilimleri birkaç yıl öncesine kadar rahatlıkla konuşulur tartışılırdı. Bu eğilimlerin tepe noktası, muhalefetin ‘kökünü kazıma’ niyetiyle oluşturulan Tahkikat Komisyonu idi. Bu komisyona karşı en büyük gösterilerden biri Beyazıt Meydanında dönemin İstanbul Üniversitesi öğrencilerince 28 Nisan 1960’ta yapılmış, eylemleri bastırmak için üniversiteye girmek isteyen polisi engellemeye çalışan Rektör Sıddık Sami Onar sürüklenerek gözaltına alınmıştı. Bugünün moda deyimiyle bir ‘orantısız şiddet’ söz konusuydu, iş göstericilere ateş açmaya kadar geldi. İşte bu kurşunlardan biri İstanbul Üniversitesi Orman Fakültesi öğrencisi Turan Emeksiz’in canını aldı, olay anını yansıtan bir fotoğraf da geçtiğimiz yıllarda Meclis Darbeleri Araştırma Komisyonu’na sunulmuştu.
28 Nisan ve akabinde yaşanan olaylar, ancak kulaktan kulağa yayılabiliyordu, nitekim olaylarla ilgili yayın yasağı gelmişti. Türkiye’nin geri kalanı da 27 Mayıs sonrası yayınlanan gazetelerden öğrenebildi olup biteni. Emeksiz’in de aralarında olduğu 5 genç, 27 Mayıs’tan sonra ‘Hürriyet şehitleri’ olarak anıldılar. Cenazeleri Anıtkabir’e defnedildi. ‘Hürriyet şehitleri’ isimlendirmesi ve Anıtkabir’e defnedilmeleri, 27 Mayıs’ın kendini nasıl konumlandırdığını anlamak için bir işaret, bugünden bakıp da nefret duymak için değil. Naaşların buraya defnedilmesi gibi 12 Eylül’den sonra Anıtkabir’den alınıp başka bir yere defnedilmeleri de 12 Eylül’ün kendini ifade etmesi şeklinde okunmalı.
Emeksiz’in adı sokaklara, okullara ve hatta vapura verilmişti, bir büstü de yakın zamana kadar Cağaloğlu’ndaki Eminönü Halk Eğitim Merkezi binası önünde duruyordu. Bina Birlik Vakfı’na devredilince büst de Emeksiz’in ölümünün 56. yılında meçhule sürgüne gönderilmiş, şimdi ne Emeksiz’in büstü, ne de arkasındaki Atatürk büstü var ve nerede oldukları belli değil.
27 Mayıs’ı hatırlarken öncesinde yaşanan 28 Nisan’ı unutmak, 1960’ı doğru değerlendirememek sonucunu doğurur. Bu tarihi olayın tam manasıyla anlaşılmasını sağlamak için, tarihten kahramanlar seçmek yerine, tüm kahramanlar günahlarıyla ve sevaplarıyla değerlendirilmeli. ‘Köpek’ ve ‘bebek davalarını’ öne çıkarıp Tahkikat Komisyonu ve buna karşı yapılan eylemlerdeki polis şiddetini unutmak, madalyonun bir yüzünü kasti olarak karartma anlamını taşır. Ne yazık ki 28 Nisan’da gösteride bulunanlar yakın zamana kadar yapılan anmalarda ‘derin devletle bağlantılı’ veya ‘darbe şakşakçıları/piyonları’ olarak gösterildi. Bu, o günün şartlarını anlayamamak sorunu yarattığı gibi, bugünkü demokratik eylemler için üretilen komplo teorilerine meşruiyet sağlıyor çoğunluğun gözünde, maalesef.
Tarihi olaylar 27 Mayıs örneğinde olduğu gibi birilerini aklayıp demokrasi kahramanı çıkarmak ve tarih-tekerrür ilişkisi içinde bugüne siyasi mesajlar yollamak için kurgulandığı sürece bu ülkede gerçek anlamda bir tarihten bahsedilemez. Geçtiğimiz yıllarda ‘resmi tarihle’ yüzleşenlerin hepsi bir tür ‘yeni resmi tarih’ yazmaktan başka bir iş yapmadılar, günlük siyaset uğruna tarihi olayları istedikleri gibi eğip bükmekten hiç de imtina etmediler.
İşin kötüsü, darbelere karşı olma hevesiyle Menderes’i kahramanlaştırmak için “Siz isterseniz hilafeti bile geri getirebilirsiniz” gibi cümleleri görmezden gelmek, bugün laikliğin tartışılmasına zemin oldu belki de. Ve yine belki de 28 Nisan’ı unutmak, oradaki polis şiddetini konuşmamak, Gezi’yi yaşattı bizlere. O yüzden tarih bir bütün olarak değerlendirilmeli, demokratlık yalnızca darbelere karşı durmakla sınırlanmamalı.