Fildişi kule terimi 19. yüzyıldan beri hayatın gerçeklerinden kopuk oldukları düşünülen aydınlar, edebiyatçılar, sanatçılar ve akademisyenler için kullanılmıştır. Bu tanımlamaya göre entelektüeller kendi dünyalarında soyut düşüncelere sahip olup dünyada olup bitenlerden ve averaj insanın yaşadıklarından habersizdirler.
Fildişi kule terimi 19. yüzyıldan beri hayatın gerçeklerinden kopuk oldukları düşünülen aydınlar, edebiyatçılar, sanatçılar ve akademisyenler için kullanılmıştır. Bu tanımlamaya göre entelektüeller kendi dünyalarında soyut düşüncelere sahip olup dünyada olup bitenlerden ve averaj insanın yaşadıklarından habersizdirler.
Tabiatıyla gerçek olmaktan çok bir karikatürleştirme olan bu düşünce aslında anti-entelektüellik ile yakın bir ilişki içindedir. Eğitimli insanlara karşı bir kompleksin tezahürü olan bu yaklaşım, hem Türkiye’de hem Amerika’da özellikle Cumhuriyetçi Parti içinde birçok taraftar bulabilmektedir. Eğitimli kesimleri küçümseyici bir tavrın sonucu olan bu dünya görüşü aynı zamanda Amerika özeline bakıldığı zaman büyük çoğunluğu liberal olan akademisyenlere karşı muhafazakâr Cumhuriyetçi Parti’nin bir tepkisi olarak da değerlendirilmelidir.
Doğal olarak, burada sınıfsal kaygıların da devreye girebileceği düşünebilir ancak akademisyenlerin çoğunun üst sınıflardan gelmediği ve aldıkları maaşın da zaten her iki ülke için de kısıtlı olduğunu hatırlamakta fayda var. Bu bağlamda gerçek hayatın üniversitenin dışında olduğu iddiası da yanlıştır. Üniversiteler gerçek hayatın bir parçasıdır ancak kendisine göre kuralları olan asırlardır evrilen ve aslında ilk ve orta öğretime göre farklı özgürlüklere sahip kurumlardır.
Üniversitelerde çalışan akademisyenler yani öğretim üyeleri (profesör, doçent ve yardımcı doçentler) ve doktoralı öğretim görevlilerinin ortak noktaları üniversite eğitiminden sonra, master ve doktora yapmış olmaları, akademik dergilerde makaleler ve ayrıca kitaplar yazmış olmalarıdır. Her ne kadar alanlarındaki literatürü derslerinde ciddi bir şekilde tartışmaları beklenirse de, ders verirken belli bir müfredatı izlemek zorunda değillerdir, ancak bu özgürlüğün sonucu olarak kendilerinden yayın yapmaları beklenir. Bu ve bunun gibi özgürlükler üniversite olgusunu kendine özgü kılmaktadır.
Özellikle sosyal ve beşeri bilimler ekseninde, yani siyaset bilimi, sosyoloji, psikoloji, antropoloji ve tarih bağlamında, çalışılan konuya nüfuz etmek, o dünyayı anlamak ama aynı zamanda belli bir mesafeden bakmanın, objektif araştırma yapmak için gerekli olduğu düşüncesindeyim. Tarih alanında da araştırılan döneme, konuya ya da olguya, zaman olarak uzaklaştıkça, bütüncül bir tahlil yapmanın daha mümkün olduğu kanaatindeyim, zira müspet bilimlerde sorun teşkil etmeyen ancak sosyal bilimler açısından temel bir düşünsel engel olan ideolojik hatta duygusal yaklaşımların ancak bu yolla en aza indirilebileceğini düşünüyorum.
Tam olarak objektif olmanın mümkün olmadığını kabul etmekle beraber günlük siyasi tartışmaların tam merkezinde bulunan akademisyenlerin bazılarının bilimsel üretim açısından yerinde saydıkları, taraflı çalışmalar yaptıkları ve taraf olarak asli işlerinden uzaklaştıklarını tespit etmek gerekir. Bunun yerine akademisyenlerin kendi çalışma alanlarına odaklanmalarının kendileri için daha doyurucu olacağı inancındayım ve bunun için de zihinsel olarak fildişi kuleye geri dönmelerinin faydalı olduğunu düşünüyorum.
Gündem ile ilgilenmenin aydın olmanın bir sorumluluğu olduğuna şüphe yoksa da, ait olduğu kampın görüşlerine körü körüne bağlanmanın, gerçekleri görmenin önünde bir engel teşkil ettiğinin de farkına varmalıyız.
Bu analiz tüm siyasi akımların sözcüsü gibi çalışan herkes için geçerlidir. Yani iktidar veya muhalefeti desteklemenin özü itibarıyla fazla bir farkı yoktur. Kapasiteleri olmalarına rağmen yeterli ve doyurucu yayın yapmayan birçok akademisyenin bilim dünyasına sorumlulukları olan akademik yayınlara odaklanmanın tercihe şayan olduğu kanaatindeyim.
Bu bağlamda, 2015 yılında kimya alanında Nobel Ödülü’nü alan Aziz Sancar gençliğinde ilgilendiği siyasetle aynı şekilde ilgilenmeye devam etseydi, Nobel Ödülü’nü alabilir miydi, diye sormaktan da insan edemiyor. Hâlâ üç hilalli anahtarlığa sahip olsa da siyasete ilgisi ikincil kalıp önceliğini işine verdiği anlaşılıyor.
Ancak sosyal bilimcilerden aynı mesafeli duruşu beklemenin belki de çalıştıkları konu itibarıyla çok zor olabileceğini de kabul etmek zorundayız.