"Düşmanlarımızın sayısını azaltıp, dostlarımızın sayısını çoğaltacağız!" diyerek Başbakan Binali Yıldırım dış politikada bir süredir beklenen değişime dair ilk sinyalleri vermiş oldu. Kuşkusuz bu değişimin önemli bir ayağını Türkiye-İsrail ilişkileri oluşturuyor.
Nisan ayında Londra'da gerçekleşen toplantıdan müzakere heyetinin el sıkışarak çıkması beklenirken taraflar adeta devre arası ilan ediverdi.
Önce Mısır ve Rusya'nın kulis etkisi üzerine yorumlar dolaşıma girdi. Ancak gündeme damga vuran iç siyasi gelişmeler, müzakerelerin sarkmasına sebep olan belirsizliğin dış siyasetten ziyade iç politika kaynaklı olduğunu gösterdi.
Başbakan Ahmet Davutoğlu koltuğunu Binali Yıldırım'a bırakırken, İsrail hükümetinde de kan değişimi oldu. Meclisteki temsil gücünü artırmak isteyen İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu bir süredir Siyonist Birlik Partisi lideri İzak Herzog ile görüşüyordu. Ancak sürpriz bir şekilde Herzog yerine şahin kanadı temsil eden Evimiz İsrail lideri Avigdor Lieberman kabineye katıldı.
Gerek Türkiye-İsrail arası normalleşme sürecine gerekse Filistin konusunda iki devletli çözüme karşı tutumuyla bilinen Lieberman'ın koalisyona katılması haliyle iki ülke ilişkileri açısından ilk etapta olumsuz bir gelişme olarak okundu. Ne var ki Lieberman'ın koalisyondaki yerinin onaylanması ardından verdiği ilk demeçler iktidar ortaklığının muhalefetten daha farklı bir üslup dayattığını, bir anlamda ılımlılaşmaya ittiğini gözler önüne seriyor.
Türkiye-İsrail görüşmelerini yakından takip edenler imzaların ne zaman atılacağına odaklanmış durumda. Oysa imzalar atıldıktan sonra iki ülke arası kurulacak işbirliğinin nasıl temeller üzerine inşa edileceği en az zamanlama kadar önemli. İki ülkenin gerçek anlamda hangi ortak çıkarlar ve tehdit algıları üzerinden ilişkileri tanımlayacağı bu ortaklığın ömrü açısından belirleyici olacak.
Bu bağlamda İsrail'den Türkiye'ye bakınca ilişkilerin hiçbir zaman 90’lardaki gibi olmayacağı görüşü hakim. Özellikle askeri ve istihbarat işbirliğinin gelişmesi için öncelikle zedelenen güvenin yeniden inşası elzem.
Öte yandan Türk siyasetinde gücün tek elde toplanması, otoriterleşme eğilimi, dış politika karar alma sürecinde bireylerin kurumların önüne geçmesi gibi yapısal etkenler iki ülke arasında varılacak anlaşmaların (siyasi ya da ekonomik) geleceği açısından belirsizlik algısını körüklüyor.
Normalleşme yolunda Türkiye'nin öne sürdüğü üç koşuldan biri olan ambargonun kaldırılması konusunda İsrail fazlasıyla hassas. Bu konuda varılacak uzlaşmanın Türkiye tarafından Hamas'ı himaye eder bir görünümle ve Gazze'de elini güçlendirecek bir siyasi şova dönüştürülme olasılığı yalnızca İsrail için değil, Hamas'ı Müslüman Kardeşlerin uzantısı ve dolayısıyla güvenlik tehdidi olarak gören Mısır için de kabul edilmesi güç bir durum.
Müzakerelerdeki en büyük ikilem, tarafların uzlaşmaya varmak adına ödün veriyor görünmek istememesi. Her iki taraf da bu pazarlık sürecinden galip olarak çıkma arzusunda. Dolayısıyla pazarlık sürecinin uzamasını karşılıklı yıpratma mücadelesinin bir parçası olarak okumak mümkün.
Bölgesel gelişmeler epey bir süredir iki ülkeyi birbirine yaklaştırmakta. Ancak acaba Ortadoğu'ya baktığında İsrail ve Türkiye aynı resmi görüyor mu?
Suriye'yi ele alalım. Türkiye için önem sırası değişkenlik göstermekle beraber öncelikli hedeflerin Beşar Esad yönetiminin iktidardan inmesi, Suriye'de bağımsız bir Kürt devletinin önlenmesi ve IŞİD'in çevrelenmesi olduğu söylenebilir. İsrail Suriye'ye baktığında ise Golan Tepelerini, oradan Hizbullah'a gidecek askeri desteği, sınırdan gelebilecek tehlikeleri görüyor. Rusya'nın sahaya inmiş olması bile İran'ın Esad üzerindeki gücünü dengeleyici etkisi göz önüne alınarak değerlendiriliyordu.
Türkiye'nin aksine İsrail Rusya ile oldukça temkinli ve dengeli ilişkiler sürdürmeye özen gösteriyor. Ve karşısına almaktan da kaçındığını not etmek gerek.
Kürtlerin bölgede egemenlik alanlarını genişletmeleri de İsrail'in çıkarlarıyla doğrudan çakışmıyor. Kaldı ki bu kazanımlarım Suriye ölçeğinde özellikle IŞİD tehdidi etkisini yitirdiği takdirde Kürtler tarafından muhafaza edilip edilemeyeceği ayrı bir tartışma konusu.
IŞİD'e gelirsek, Türkiye için hem iç hem dış güvenlik sorunu haline gelen IŞİD, İsrail'in öncelikli sorunu değil.
İsrail için bölgede varoluşsal tehdit unsuru teşkil eden ülke İran. Türkiye ise komşuluğun gerektirdiği dengeyi gözetmek adına bir süredir izlediği Sünni eksenli dış politikada revizyon yapabileceği işaretlerini verdi geçtiğimiz hafta.
Bölgede süregelen mezhep eksenli vesayet savaşları İsrail'in rakiplerinin enerjilerini ve kaynaklarını sömürerek elini güçlendiriyor. Bu bağlamda her ne kadar kırılgan temeller üzerine kurulsa da Körfez ülkeleri ile İsrail arasında benzerine az rastlanır ittifaklar geliştirmesine olanak tanıyor.
Enerji işbirliğinin hem İsrail hem Türk tarafının iştahını açtığı malum. Yine de İsrail açısından Türkiye üzerinden gaz ihracatı en elverişli seçenek olsa da tek seçenek değil.Yunanistan, Kıbrıs, Mısır ve Ürdün arasında giderek gelişen işbirliğinin yanı sıra İsrail odağını sadece Akdeniz ve Avrupa ile sınırlamak yerine Uzakdoğu pazarını da içine alacak şekilde daha geniş perspektiften oyun kurmaya çalışıyor.
Ezcümle, İsrail stratejik açıdan bu anlaşmaya Türkiye'nin kendisinden daha çok ihtiyacı olduğunu varsayımıyla süreci ağırdan alıyor. Her şeye rağmen, Arap olmayan iki seküler gücün bölgede yeni bir düzen kurulurken, karşı karşıya gelmektense, beraber hareket etmekten çıkar sağlayacağına dair stratejik bakış normalleşme sürecini teşvik etmekte. Ancak bu, iki ülkenin çıkarlarının birebir örtüştüğü veya ortak tehdit algısına sahip oldukları anlamına gelmiyor. Anlaşma imzalandığı takdirde ilişkilerin rayına oturmasının zaman alacağını göz önünde bulundurmakta fayda var.