19 Mayıs’a yaklaşırken çevremizdeki pek çok kişiden benzer şikâyetleri duyduk: “Yarın 19 Mayıs, ama İstanbul’un her yerinde Fetih’in 563. yılı afişleri var, neden?” Sahiden de, son birkaç yıldır bazı bayramlar sürekli iptal edilirken, bir yandan da başka günlerle ikame edilmeye çalışılıyor. Sürekli 23 Nisan’a ‘tesadüf eden’ Kutlu Doğum Haftası misali…
Kutlamaların, bayramların tarihi ilk bakışta düşünüldüğü kadar kısa değil; geçtiğimiz haftalardaki Nevruz Bayramı yazısını hatırlarsak, hem çok eski zamanlara hem de çok geniş coğrafyalara yayılan bir alışkanlık bu. Toplumu yeniden üreten en önemli kültür ürünlerinden biridir özel günler. Genelde de öyle güçlüdürler ki her yeni iktidar değişimi, bir şekilde uzlaşmaya çalışır, bu günleri içinde sindirmek ister. Bir anda kaldırmak kolay değildir çünkü. Ancak yine de önce yanına başka bir bayram ekleyip sonra unutturmak bir şekilde mümkündür. Eskiden kutladığımız ama artık kutlamadığımız birçok milli bayram var, henüz 100 yılı doldurmayan Cumhuriyet tarihimizde. Nevruz gibi bayramların değilse de milli bayramların takibini yapmak çok daha kolay. Bunların arkasındaki mantık, merasimlerin kimin ne olduğunu hatırlatma işlevi gibi konular oldukça uzun, şimdilik Sibel Özbudun’un ‘Ayinden Törene’ başlıklı zihin açıcı kitabını önermekle yetinelim.
Bunun yanına yine geçtiğimiz şubat ayında yazdığım ‘Siz Dedenizi Nasıl Alırdınız?’ başlıklı yazıda sürekli gurbete giden Süleyman Şah Türbesini örneğini değerlendirmek için kullandığım Eric Hobsbawm’ın “İcat edilmiş gelenek” kavramını hatırlatmak istiyorum. Açıklamak için de alıntıyı yapmıştım Hobsbawm’dan: “Eski gibi görünen ya da eski olma iddiasındaki ‘gelenek’lerin kökenleri sıklıkla oldukça yakın geçmişe dayandığı gibi, bazen bu geleneklerin icat edilmiş oldukları da açık bir gerçektir.” İcat edilme sebepleri de şöyleydi: “Toplumsal birlik beraberliği ya da gerçek veya sanal bir gruba aidiyeti oluşturmakla, kurumları, statü ya da otorite ilişkilerini oluşturmak ya da meşrulaştırmak Hobsbawn’ın bize sunduğu gerekçelerden ikisi.”
İşte bizi İstanbul’un her yerinde kötü fotoşoplar ve garip gösteriler vaadiyle çağıran afişlerin duyurduğu Fetih’in 563. yılı meselesi de tam olarak da böyle bir mesele. İcat edilmiş bu kutlama, ilk bakıldığında sanki 563 yıldır düzenli olarak kutlanıyor gibi bir intiba bırakabiliyor. Fatih’in sağlığında Fetih’in birinci, ikinci yıldönümlerinin kutlandığını düşünebiliyor musunuz? (Aslında düşününce gerçekten de komik oluyor.) Öte yandan yeni bir grup aidiyeti kurma çabasında ve törende kimin ne yaptığı, nerede durduğu, ne söylediği baştan sona mesajlarla yüklü.
Peki, bu 563 yılın ne kadarında kutlamalar yapıldı? Bunun tarihçesi ne? Bu konuda en iyi hazırlanmış kaynak, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi. Buna göre kutlamalar ilk Sultan Reşad zamanında başlıyor, 1911’de. Sultan Reşad tahta V. Mehmet olarak çıkıyor. Kralların ve sultanların tahta çıkarken hangi ismi tercih ettikleri birer semboldür: Hareket Ordusu’nun II. Meşrutiyet’te İstanbul’a girişi Fetih’e benzetilince, ikinci bir de Fatih bulmak icap etmiş, Reşad da tahta V. Mehmet olarak çıkmış. Akabinde Fetih Bayramı ‘icat’ olunmuş, Sultan’ın babası Abdülmecit’ten öğrendikleri esas alınarak gemilerin karadan yürütüldüğü güzergâh belirlenmiş. İstanbul’un sonsuz bir fetih döngüsüne girmesinin hikâyesi işte böyle başlıyor.
Ancak devam etmesi pek mümkün olmuyor. Zira önce I. Dünya Savaşı başlıyor, ardından da İstanbul işgal ediliyor. 16 Mart 1920’de başlayan işgal, Kurtuluş Savaşı’nın sonuna kadar sürüyor, Türk ordusunun İstanbul’a tekrar girişi nihai zafer kazanıldıktan sonradır: 6 Ekim 1923. Zaten normalde olması gerektiği gibi, Cumhuriyet tarihinde çoğunlukla kutlanan bu tarihtir, İstanbul’un kurtuluşu olarak. İstanbul’un kurtuluşu kutlamaları Cumhuriyet’i anıştırdığından son yıllarda sönük geçmekte, Osmanlı referansını kuvvetlendirmek içinse 29 Mayıs törenlerine olanca ‘yüklenilmekte.’
Fetih’i yıllar sonra ‘hatırlayan’, bugün siyasi amaçlarla Fetih kutlayanları şaşırtacak bir isim: 1939’da Cumhurbaşkanı olan İsmet İnönü, yaklaşan 500. Fetih Yıldönümü için bir yasa çıkarılmasını hükümete öneriyor. Ancak gerçekleşmiyor, Fetih kutlamaları aşkı bu sefer de II. Dünya Savaşı’nın mağduru oluyor. 1944’te Hasan Ali Yücel’in başkanlığında oluşturulan komisyon de “Hristiyan âlemi Türkiye aleyhine döner” gerekçesiyle ödeneksiz bırakılıyor. Para bulmak için İstanbul halkına zam üstüne zam salınıyor, ancak gene de gereken meblağa erişilemeyince iş Silahlı Kuvvetler’e kalıyor. Ve büyük gün, 29 Mayıs 1953 geldiğinde tarihe bugünün gözlükleriyle bakanlar için yine şaşırtıcı bir şey olacaktır: Cumhurbaşkanı Celal Bayar ve Başbakan Adnan Menderes kutlamalara katılmıyor, hükümet bir bakanla temsil ediliyor. Hem bütçe bir türlü bulunamamıştır, hem de o zaman için aklıselim hâlâ söz konusudur: Fetih’in kutlanması içeriyi ne kadar coştursa da, dışarıdan bakıldıkça, pek de hoş bir mesaj yoktur ortada. Nitekim bu tarihten çağrılan ‘fetih ruhunun’ yalnızca dış âleme, bu örnek olayda Yunanistan’a, kötü mesaj olmaktan başka, iki yıl sonra kendi vatandaşlarımıza da olumsuz etkisi olmuştur: 6-7 Eylül olayları ayrı bir yazının konusudur.
29 Mayıs kutlamalarının tarihçesi özetle böyle, Osmanlı’nın 1914’e kadar yapmadığı kutlamaların yüz küsur yıllık kesintili bir tarihçesi var. Muazzam siyasi mesaj yüküne sahip olduğu için, her unutulduğunda illa biri muhakkak ‘hatırlayıveriyor.’ Sultan Reşat’la başlayan serüven İnönü’yle devam eder gibi oldu; sönük bir 500. Yıldan sonra, 1980’lerde muhafazakâr kesimin tekrar gündeme getirmesi ve son dönemde hükümetin kendi dünya algısı ve gelecek hedeflerini sergileme imkânı sunmasıyla tekrar döndü tören alanlarına.
Yıllar geçse de değişen Ulubatlı’nın surlara bayrak dikmesiyle gemilerin bin bir zorlukla karadan yürütülmeye çalışılması değil, ileri teknolojinin işin içine dâhil edilmesi olmuştur herhalde. Yoksa 563 yıldır yaşadığımıza inanamıyormuşçasına olan coşkuyla, her yere havaalanı, köprü yaparak nefes alacak yer bırakmayana kadar sürecek olan fetih aşkı, baki. Maalesef.