Psikoterapi dünyasının önde gelen isimlerinden birisi olan Michael Franz Basch, 1990’da kaleme aldığı bir makalesinde, başından geçen bir olayı örnekleyerek psikoterapinin ‘ne olduğu’nu irdeliyor. Basch, karlı bir kış günü Chicago’da çalıştığı hastanenin önünde zar zor çevirdiği bir taksiye atlar. Sinirli şöför iğneleyici sözlerle Basch’ı biraz tedirgin eder. Ancak, doktorumuz adamı sinirlendirmektense, sözlerin iğneleyici yanını duymazdan gelir. Buz kaplı sokaklarda sinirli bir şöförün kullandığı bir takside şöförü kızdırmak çok akıl kârı gözükmez. Şöförün taksiyi hiç de fena kullanmadığını görmek doktoru rahatlatır. Üstündeki kaliteli paltoya takılıp, ‘sizi gidi zengin doktorlar’ diye söze başlayan taksiciyi paylamak, ya da “haset etme, ne olur, sen de çalış, senin de olur” gibi beylik bir cevap vermek yerine, belli bir mesafeden bir ilişki kurmaya çalışır. Kızgın şöförün söylediklerinin gerisinde ne olduğunu görebilmesi bu çabayı kolaylaştırır.
Basch’ın akıl yürütmesine göre, şöför onu gördüğünde başarılı birisi olduğuna hükmetmiş ve kendisini küçümseyeceğini aklından geçirmiştir. Küçümseneceği varsayımı ile, ona ve doktorlara, aşağılayıcı sözlerle saldırmayı tercih eder. Ancak, doktor, onun usta şöförlüğünü görüp, yaptığı işe değer verdiğinde işler değişir.
İkisinin bazı ortaklıkları olduğunun keşfi (askere alınmış olmak, ABD’de Vietnam Savaşı döneminde), şöförün kızgınlığına beklediğinden farklı tepki alması (doktorun kavgaya tutuşmaması), ani bir değişiklikle şöförün kendi mesleğinden memnuniyetsizliğini, daha ‘yüksek’ bir meslek sahibi olamadığı için utanışını söylemesine fırsat verir. Askerlik (Vietnam) dönüşü beklediği saygıyı görmek bir yana, tam tersine itilip-kakılmak, değersizlik hislerini iyice güçlendirmiş, kendini ‘öyle’ hissetmekten duyduğu acı ise öfkesini bilemekten başka bir sonuç yaratmamıştır.
Basch, taksiden inmesine yakın, onun şöförlüğünden hoşlandığını söyler. Bu karda-buzda, gideceği yere zamanında varması onun ustalığı sayesinde olmuştur. Doktor’un taksiciyi görüş tarzı, taksicinin görüş tarzını değiştirir.
Basch birkaç gün sonra koca Chicago’da aynı arabaya binip, aynı şöförle karşılaştığında dostça bir selamla karşılanır. Birkaç gün önceki kısa yolculuktaki birkaç sözün kendisini nasıl etkilediğini söyleyen şöför, kendisini kızdırıp kavga çıkarmak isteyen birkaç kişiyle ‘muhatap olmadığını’ anlatır. Kendine olan saygısındaki artış, bu tip gereksiz ilişkilerden onu uzak tutarken, davranışlarını denetleyebiliyor olmaktan müthiş bir memnunluk duyar.
“Aman kazasız belasız gideceğim yere varayım!” fikriyle başlayan bu etkileşimin geldiği nokta, şöförün kendine güveninin artması, yeterliliğini ve potansiyelini farketmesi, en önemlisi kendisi hakkındaki ‘imajı’nın değişmesi olur. Basch’ın kendisi bu sürece amaçlanmamış psikoterapi adını takmış. Taksi şöförünün gelişimine, ilişkilerine engel olan, potansiyellerini kullanmasını önleyen ‘kendisine ilişkin imajı’nın değişimi amaçlanmadığı halde ortaya çıktığına göre ortada psikoterapötik bir şeyler var.
Hasta-terapist ilişkisi tanımına uyan bir klinik ilişki ortada yokken, kimsenin tedavi olmak ya da kişisel gelişim sağlamak gibi bir amacı ya da isteği sözkonusu değilken, psikoterapi olur mu? Takside, asansörde, otobüs yolculuğunda yanımızdaki kişiyle olan ilişkimiz sonucunda, o kişinin kendisine ilişkin ‘imaj’ında, hayatında ve ilişkilerinde olumlu açılımlar sağlayacak değişikliklere yol açarsak, psikoterapi mı yapmış oluruz?
Daha somut bir örnek, kült gençlik filmlerinden Ölü Ozanlar Derneği’ndeki öğretmen Keating’in öğrencilerine kendilerindeki farklılığı keşfettirmeye, varolan potansiyellerini geliştirmeye ve ‘kendilerine ilişkin imajlarını olumlulaştırmaya yönelik çabaları psikoterapi olur mu?
Psikoterapötik tutum olarak adlandırılan, kabul edici, reddetmeyen, yargılamayan, nesnel olmaya çalışan, belli bir sosyal mesafeyi koruyan, empatik davranış ve tutumlar bütününü birçok kişide görebilirsiniz. Pekala, bu tutuma muhatap olan kişiye iyi de gelebilir. Hatta, terapötik etki de gösterebilir. Basch’ın taksiciyle ‘muhavere’sinde terapi yapmak gibi bir amacı bulunmaması, aralarındaki etkileşimin psikoterapötik olarak değerlendirilmesini engellemiyor.
Belki yukarıda saydığımız durumların terapi olup olmadığı sorusunun cevabı, “psikoterapötik bir tutum değişim yaratıcı bir etki yaptığında, bu hangi noktada psikoterapi sayılır?” sorusunun cevabından çıkacak. Psikolojik yöntemlerin kullanılması, terapinin amaçlanması ve planlanması gibi öğeler psikoterapiyi tek başına nitelemeye yetmeyebilirler. Sözgelimi, birisinin sırtını sıvazlayıp, “haydi aslanım” demek, fizikselden ziyade psikolojik bir destek “yöntemi”dir. Birçok kişiye de iyi gelebilir. Ama, sırt sıvazlamaya psikoterapi demeye insanın içi elvermez. Bir terapi niyeti, amacı ve planı yoktur. “Basch’ın da bir amacı yoktu, sadece taksi şöförünün öfkesinden kendini korumayı amaçlıyordu başlangıçta” denebilir. Zaten, “Amaçlanmamış terapi, terapi midir?” sorusundan gelmedik mi buralara. ‘İstemeden terapi yaptım, pardon’ deyip taksiden inseydi ne diyecektik?
İnsan ilişkisinin insana iyi gelmesine giderek daha az rastlayıp olduğunda daha çok şaşırdığımız bir çağda, 1990’da ilk biçimini kaleme aldığım bu yazı naif kalıyor. Benzeri genellikle naif bazen çok bilmiş yazılarımı seçilmiş yeni yazılarla beraber okumak isterseniz ‘Yaşantıların Psikolojisi ve Biyolojisi: Labirent Yolcukları 25inci yıl’ (Remzi Kitabevi, 2016) kitabıma bakabilirsiniz.