Yazıma bir fıkra ile başlamak istiyorum sevgili okurlar. Adamın biri, bir kenarı uçurum olan açık arazide dolaşırken ayağı kayar ve tam uçurumdan aşağı düşecekken bir kayadan boy vermiş olan bir dala tutunur. Adam etrafı dinler, çıt çıkmamaktadır. Belli ki ortalıkta kimse yoktur. Yine de ümitsizce seslenir: “Kimse yok mu?” Biraz bekler ve bir daha, ardından bir daha seslenir: “Kimse yok mu?” derken görkemli bir ses duyulur; “Dediklerimi yap.” “Kimsin sen?” diye sorar adam. “Ben Tanrı’yım” der ses.
Fıkra, ateistler için şöyle son bulur. “Başka kimse yok mu?” diye bağırır adam. Ateist, Tanrı’ya, O’nun varlığına, insanın hayatına müdahale edebileceğine inanmaz. Buna rağmen vicdanlı ve dürüst olabiliyorsa, bu, kişinin gerçekten iyi insan olduğunu gösterir bence.
İnanmanın (İbranice emuna) bir kademe ilerisi, güvendir (İbranice bitahon). Fıkramız, botahon sahibi kişi için şu şekilde tamamlanır. Adam seslenir: “Beni kurtar.” Tanrı cevap verir: “Dalı bırak!” Bitahon sahibi, dalı bırakandır.
İnanmak, Aşem’in bu dünyayı mükemmel bir şekilde yönettiği, her şeyin zaten en iyi durumda olduğu ve bu en iyi durumun süreceği bilincidir. Bu öyle bir duygudur ki kişi, hayat yolculuğunda direksiyonda Aşem’in olduğunu bilir ve bütün yaşamını arka koltukta keyifle geçirir.
Rahmetli eşim ölümüne iki gün kala, hayatının sonunda olduğuna dair hiçbir işaret yokken ve anlaşılmayan rahatsızlığının izleri silinmişken, beni üzgün görmüş ve şöyle demişti: “Ne sıkılıyorsun? Nasılsa Aşem’in dediği olacak.” İçim birdenbire ferahlamış ve “evet,” demiştim, “Onun dediği olacak.” Nitekim öyle oldu. Çok acı çektim. Olanların kendim için ne bakımdan iyi olduğunu hâlâ anlamış değilim. Ancak rahmetlinin çok daha iyi ve yüksek bir konumda olduğundan eminim. Bu benim tesellim olmalı.
Emuna (bu sözcüğün iman ile bağlantısını görebiliyor musunuz?) ve bitahon sözcükleri genelde birbirlerinin yerine kullanılabilir çünkü her ikisi de birine ya da bir şeye, ne olacağını bilmeden duyulan güveni ima eder. Ancak aslında birbirlerinden bağımsızdırlar.
İbranice, yaptığı işte uzman olan kişiye uman denir. Bu sözcük alef, vav, mem ve nun harfleriyle yazılırken: emuna sözcüğü, alef, mem, vav, nun ve he harfleriyle yazılır. Bu benzerliğin nedeni, uman’ın (emin ile benzerliğine dikkatinizi çekmek isterim), geçmişte yaptıkları sayesinde insanların, ustalığı konusunda güvenini kazanmış olmasıdır.
Örnek verecek olursak, en güzel kumaşınızı yeni dükkân açmış bir terziye vermez, deneyimini yıllara borçlu olan, işini bilen birine götürürsünüz.
Dolayısıyla emuna, geçmiş başarılar karşısında duyulan inancı kasteder. Tanrı’nın şu sözleri de aynı paraleldedir:
“Herhangi bir halk, senin duyduğun gibi, Tanrı’nın ateşin içinden konuşan Sesini duyup da hayatta kalmış mı? Ya da Tanrı -Tanrı’nız Aşem’in Mısır’da gözlerinin önünde sizin için yaptığı her şeye benzer şekilde- gelip bir ulusu (başka bir) ulusun içinden meydan okumalarla, işaretlerle, harikalarla, savaşla, kuvvetli bir el ile uzanmış bir kol ile ve dehşet salan büyük eylemlerle çıkararak Kendisine almak üzere mucizeler göstermemiş mi?” (Devarim 4:33-34).
Aşem, emin ve güvenilir olduğunu kanıtlamadı mı? Kendi hayatımızı düşünecek olursak, defalarca bizi zor durumlardan kurtarmadı mı? Bizi düşmanlarımızın elinden, tereyağından kıl çeker gibi almadı mı?
Tanrı bizden sadece minnet beklemez. Geçmişte yaptıklarına dayanarak ona karşı emuna duymamızı ister. Zamanı gelince bizleri kurtaracağına dair verdiği sözü tutacağına inanmamızı bekler.
Bu arada Aşem’e güvenelim sevgili okurlar. Ne yaparsa, bizim iyiliğimiz içindir. Biz bunu, başımıza geldiği an anlasak da, anlamasak da. Tikun’umuz için gerekli bir olayı yaşarken nasıl idrak edebiliriz? Arka koltuğa yaslanalım ve yaşamaya bakalım.