Sultanahmet’te Alman turistlerle başlayan IŞİD’in İstanbul saldırıları, havaalanında 44 kişinin katledilmesine kadar uzandı
IŞİD’in nasıl palazlandığı başka yazıların konusu ama bu korkunç şiddeti İstanbul halkı ilk defa yaşamıyor. ‘Yerli ve milli’ IŞİD, Kadızadeliler de 17. yüzyılın ortalarına kadar insanları inim inim inletmişti. Peki, bu bela nasıl geldi ve def edildi?
Tekke-medrese veya mutasavvıf-ulema rekabeti/çatışması diyebileceğimiz tarihsel ikilik, 1600’lerde düşünsel bir tartışmadan, kanlı bir iç savaşa evriliyordu neredeyse. Kadızadelilerle Sivasiler arasında başlayan fikri mücadele, kısa zamanda yerini meydanlara bıraktı. Devletin bunalımda, halkın imkânsızlıklar içinde olduğu bir dönemdi ve Batı bilim ve teknolojiyle ilerlerken bir vaiz ısıtıp ısıtıp konulan meşhur yemeği sunuyordu: Başımıza ne geldiyse İslamiyet’in aslından uzaklaşıldığı için gelmişti, öyleyse ilk yıllarındaki haline dönmeliydik, türbe ve mezar ziyaretleri günahtı, mevlid okumak hakeza. Listenin kaşıkla yemek yemeye kadar uzadığını aktarıyor Naima.
Bu vaiz, Balıkesirli bir kadının oğlu olan Mehmed Efendi, IŞİD’in de referans aldığı İbn Teymiyye’den etkilenmiş bir âlimden, Birgivi Mehmed Efendi’den ders aldıktan sonra vaaz vermeye başlar. Birgivi Mehmed Efendi’nin fikirleri döneminde rağbet görmese de, Kadızade’nin vaazlarıyla yayılma fırsatı yakalar. Yetenekli bir hatip olan Kadızade, şöhreti arttıkça önce Sultan Selim, sonra da Ayasofya’da vaaz verir. Kadızade, devletin içine düştüğü zor durumu, İslam’ın özünden uzaklaşılıp bid’at’lerin (Peygamberden sonra dine giren adetler) artmasıyla açıklar, bid’at’lerin kaynağı ve yayılma sebebi olarak gördüğü tarikatları düşman beller. Halvetilerle Mevleviler “tahta tepenler, düdük çalanlar” oluverir. Kadızade’nin yorumları halkın sıkıntılarını en azından bir süreliğine rafa kaldıracak bir araç gibi kullanışlı gelir yöneticilere, Mehmed Efendi saraya yanaşır ve hareketi ölümünden sonra da etkisini arttırır. IV. Murad nezdinde muteber oluverirler. Meşhur tütün yasağını hatırladınız mı?
Ancak etki tepkiyi de doğurur: Tarikatlar tarafında muhalefet doğar, odağındaysa Halveti şeyhlerinden Abdülmecid Sivasi yer alır. Sonuç olarak İstanbul halkı 1630-1656 yılları arası, bugün Kadızadeli-Sivasi mücadelesi olarak andığımız, din eksenli bir çatışmanın içinde buluverir kendini. Öyle ki hem Kadızade hem de Sivasi öldükten sonra da bu ayrım devam eder, selam verip almaz hale gelir insanlar. Ancak Kadızadelerin devlet katında yükselmeleri ve yöneticilerce hoş karşılanmaları bir süre sonra fikir tartışmasını, tek yönlü baskıya çevirir: Mevlevi ve Halvetilerin ibadetlerinin yasaklanmasını başarır Kadızadeliler. Bu rüzgâr, Kadızadelilerin devletin içine düştüğü durumu devletin dinden uzaklaşmasına bağlamasına, yani karşısına devleti almasına kadar esecektir ne yazık ki.
Kadızadelilerin vaazlarının etkisi tam da devletin güçten düştüğü anda zirveye ulaşır: Anadolu’da asayiş Hak getire, padişah yalnızca 14 yaşında, Venedik Çanakkale Boğazı’nda ve İstanbul tehdit altındadır. Kadızadelilerin hamilerinin çoğunun öldürüldüğü Vaka-i Vakvakiye’den sonra sadrazam olan Boynueğri Mehmed Paşa, Kadızade’den sonra hareketin lideri konumuna gelen ve padişah şeyhi olup kazandığı nüfuzla saraydaki tayin ve görevden almalarda etkili olan Üstüvani Mehmed Efendi’yi aradan çıkarır. Kadızadeliler de Venedik donanmasının Çanakkale Boğazı’nı abluka altına almasını Devlet-i Aliyye’nin İslam’dan uzaklaşmanın bir cezası olduğundan, zulmün, rüşvetin artmasından, bid’atlerin çoğalmasından, vezirle müftünün tarikat ehlini himaye etmesine bağlayarak halkı tahrike başlarlar.
Köprülü 1656’da sadrazamlığa tayin edildiğinde kucağında bulduğu sorunlardan biri de Kadızadeliler meselesidir. Öyle palazlanmışlardır ki Fatih Camiinde kılınan Cuma namazında nağmeyle salâvat getirilmesine bid’at diyerek itiraz eden Kadızadeliler müezzinlerin üzerine yürür. Kavga dışarıda da devam eder. Taraftarlarına silahlanıp ayaklanmalarını söylerken duyurdukları hedefleri tanıdık gelecektir: Bütün tekkeler yıkılacak, dervişleri ya iman tazeleyecek ya öldürülecek, selâtin camilerin minarelerinin biri hariç hepsi yıkılacak, bid’atler kaldırılıp din eski haline döndürülecektir. Artık bardağı taşıran son damladır bu: Esnafla birlikte yoksul halk da ayaklandırılmıştır, yağma alıp başını gider. Köprülü Mehmed Paşa, halk arasında nifak çıkarmaktan önde gelenlerin katledilmesine onay alır; ayaklanma denemesi, elebaşlarının bazılarının boğdurulması, bazılarınınsa sürgüne gönderilmesiyle bir günde bastırılır.
Mevzu ne kadar tekke-medrese çekişmesidir tartışılır; ancak olay öyle bir aşamaya gelmiştir ki bağnaz bir grup devlet işlerine karışmaktan başka kitleleri peşinden sürükleyip devlete karşı çıkmaya varacak cüreti kendine bulmuştur. Dinde sadeleşme şiarıyla yola çıkan hareket, neyin helal neyin haram olduğunu belirleme kudretini eline almış, toplumun düzenini belirleyecek bir güç haline gelmiştir. Evet, bu hareket yalnızca tarikatları silmeyi değil, toplum düzenini de değiştirmeyi hedefliyordu. Ezcümle, hem dini hem de siyasi liderler el ele verip bu yangını söndürmeye karar verdiklerinde çok geç olmuş, yanan çok olmuştur.
Uzunca bir süre sarayda istediklerini yaptıran, devlet işlerine müdahale eden, bazı ibadetleri yasaklamayı ‘başaran’ Kadızadeliler bir günde bitirilebilmiştir: Demek ki Osmanlı en zayıf zamanında olsa bile istediğinde dizginleri sıkı tutabiliyordu. Halk arasında yaygın olan inanç ve düşünceleri ‘aforoz edip’ kaldırmak için gerektiğinde şiddet kullanmaktan dahi çekinmeyen bu anlayış ancak devlet düzenine tehdit olduktan sonra siyasi otoritenin müdahalesiyle karşılaşmıştı: Bad-el harab-ül Basra!
Bugün yaşadıklarımız da bana fena halde bu meseleyi hatırlatıyor. Birtakım menfaatler uğruna korlanan ateş, dönüp Suudi Arabistan’ı dahi yakmaya başladı. Dini bağnazlığa yapılan yatırım, en kötü yatırım; illa ki dönüp size de zarar veriyor. Ateşi söndürmeye karar verdiğiniz anda da kül olan onca hayat kalıyor geride.