Bir gün telefonum çaldı ve açtım:
“Yahudilere ait tarihi bir mezar taşı var, ilgilenir misiniz?”
Telefondaki Başak Oğuz Ural’dı. Kendisi, İstanbul araştırmacısı ve İstanbul'un 100 Mimar Sinan Eseri kitabının yazarı, kent tarihi dersleri verip, kültür turları yapan, sokak sokak gezen bir İstanbul aşığı. Uzunca bir süredir, bir yandan şehri keşfederken bir yandan da İstanbul’daki tarihi dokunun korunması için çalışıyor. Eserleri belgelemeye gayret ediyor. İşte böyle bir gün Eyüp Nişanca’da dolaşırken bir tekkenin bahçesinde oraya ait olmayan bir tarihi eser gözüne takılıyor. İbranice bir yazıyla nakşedilmiş bir mermer lahit! Ve işte telefondaki taşın hikâyesi böyle başlıyor.
Telefonda "Bir taş" diyor Başak Oğuz Ural, “Önceleri yoktu ama şimdi var Riva Hanım. Buraya nasıl geldiğiyle, bugüne kadar nasıl korunduğuyla ilgili net bir fikrim yok.”
-Nasıl bir taştan bahsediyorsunuz?
“Açıkçası bir lahite benziyor, sıradan bir mezar taşı olmadığı belli. Gösterişli. Hatta birileri epey çaba harcayıp buraya getirmiş olmalı. Tek bir kişinin yüklenebileceği bir şey değil bu. Minimum dört-beş kişinin taşıyacağı, büyükçe bir lahit, bir mermer kütle. Birkaç kişiye sordum, kimse öyküsünü net olarak bilmiyor. Üzerindeki yazıyı Arapça sanarak ve bulunduğu yere yakışacağını düşünen birilerinin getirmiş olduğundan bahsediliyor. Üç-dört yıldır peşimi bırakmıyor bu taş, orada duruyor. Ben de onun peşini bırakmadım. Arada gidip bakıyorum, yerinde duruyor mu diye. Hep orada, tabir-i caizse ‘tekkeyi bekliyor.’ Çok merak ediyorum ne olduğunu, kime ait olduğunu, üzerinde ne yazdığını.”
-Nerede peki?
“Eyüp’te, Sertarikzâde Tekkesinin avlusunda duruyor. Taşın önünde durduğu bina Sertarikzâde Tekkesi’nin tevhidhanesi yani basitçe söylersem dervişlerin bir vakitler zikir yaptığı yer. İbranice yazılı bu lahit, tevhidhanenin hemen önünde, yani türbelerin ve meydanın olduğu bölümün altında duruyor.”
İçimden “Eyvah!” diyorum, taşın koskoca İstanbul’da durmayı seçtiği avluya bak! Daha yeni Antakya’da Yahudilerin mezar taşlarına saldırı olmuş. Umutsuzluğa kapılıyorum. Mantığım taşla vedalaşmamı söylüyor. (Başta bu taşla ilgili bir şey yazmaya çekindiğimi itiraf edeyim.)
Sonra aklım başıma geliyor. Bir kere taşı orada istemeseler, bugüne kadar bir gece karanlığında o taşı araca yükleyip çok rahat yok edebilirlerdi. Hatta mahalleli “Taş kaldırılsın! Yahudi’ye ait taş maş mahallede istemiyoruz!” da diyebilirdi. Bunların hiçbiri Eyüp'te olmamıştı. Taş yıllardır kıpırdamadan yerinde durmuş, zarar görmeden kalmıştı. Peki, taşın üzerinde ne yazıyordu? Ben de merak ediyorum. Hemen Başak Hanım’dan adresi alıp, babamla Sertarikzâde Tekkesine gidiyoruz.
Sertarikzâde Tekkesi ya da bir zamanlar ayin gününden ötürü Pazar Tekkesi olarak da anılan bu yapı özenli bir restorasyondan geçirilmiş. Halvetîliğin Cerrahî koluna mensup tekkenin tevhidhanesinde tarikatın ulularının türbeleri yer alıyor. Mekan, restorasyonunu da gerçekleştiren Eyüp Belediyesi tarafından 2010 yılından bu yana kültür merkezi olarak kullanılıyor.
Avluda, bizleri güler yüzlü bir bekçi karşılıyor. Babamla, küçük bir havuzun süslediği avluda biraz dolaştıktan sonra, Başak Hanım’ın telefonda bahsettiği bir reklam panosunun arkasında duran taşı görüyoruz. Güzel bir el işçiliğiyle bezenmiş, nadir görülen bir yazıt bu. Hemen fotoğraflarını çekiyorum. Klasik Yahudi mezar taşlarından çok farklı, hatta bir nevi sandukaya benziyor. Aklıma bu taşın Hasköy’de bulunan Karaim Mezarlığı’nda bulunan benzerlerini anlatan Yenal Bilgici yazısı geliyor. Bilgici, ‘Taşı toprağı sır İstanbul’ başlıklı Hürriyet Gazetesi yazısında bu taşları şöyle tanımlıyor: “İlginçtir ki bu taşlar Karaimlerle Türkler arasındaki yakın ilişkiye tanıklık edercesine klasik Osmanlı sandukalarına benzer.”
İşte o yazıda geçen ve bu topraklara has Osmanlı Yahudilerinden kalma sandukalardan biri karşımda duruyor… Üstelik bir tekkenin avlusunda, bir Sertarik sandukasının başucunda.
Mezar taşına yaklaşıyorum. Taşın başında bir kralın tacını andıran güneş sembolü ve ortasında bir yazı var. İsrail Hayfa’dan irtibata geçtiğim bir arkeologdan; kraltacı, güneş ve yaprakların mezar taşlarında nadir görüldüğü ve kral olarak Tanrı’ya göndermede bulunulduğu bilgisini alıyorum. Ne yazık ki kendisi ve arkadaşları İbranice bilmelerine rağmen, taşın üzerindeki yazıları eski lisan olması sebebiyle tam anlamıyla çözemiyor.
Taşla ilgili her kafadan bir ses çıkmaya başladığı ve pes etmemize yakın bir dönemde, Türkiye’den bir Rav’ımız (hahamımız) yardımımıza koşuyor. Kendisi diğer hahamlara danışıp, taşın çözümlemesinde bizlere yardımcı oluyor.
Meğer mezar taşında, Eski İbranice ile yazılmış, dini göndermeleri olan yüksek bir şiir yer almaktaymış. Daha da hüzünlü olanı, bu yazıt bir annenin düğününü beklerken zamansız kaybettiği oğlunun arkasından yazdırdığı içli bir ağıtmış.
Acılı annenin, oğlunu, damat olarak görecekken, Aden’in Bahçesi’ne (cennet bahçesine) damat gibi yolcu etmek zorunda kaldığından bahsediyor.
Annenin kaybettiği oğlunun adı Yisrael Yaeş.
Zamansız hastalanan merhum için ağlayın
Öldüğü gün yası yok
Ölümü doğumundan daha acılı
Önünde resmi yok Vah o anneye!
Oğlunun gençliğine ağlayacak düğünü acıya döndü
Yisrael'e dedi yeter sıkıntısına Gan Eden'e koymak için
ve o huppasından* çıkan bir damat gibi
işte o Yisrael Yaeş
(*) Huppa, dini törenlerde gelinle damadın altında durduğu, yuvayı temsil eden örtü
İşte böyle… Başak Hanım’ın fark etmesiyle, Osmanlı’nın çok kültürlü tarihine dair çok değerli bir kanıtı okumuş olduk. İnsan üzülüyor elbette, muhtemelen bu taş istimlak edilen Hasköy Yahudi Mezarlığı’ndan çıkartılmış naaşından uzaklara, ta buralara sürülmüş.(Şimdi bu mezarlığın üzerinden yollar, metrobüsler, arabalar geçmekte.)
Bir anne oğlunun mezarını bırakmak istemez.
Bu taşın sahibi anne, oğlunun mezarlığı istimlak edilse de bir şekilde oğlunun kemiklerinin yakınında durabilmeyi becermiş.
Arkadaşıma soruyorum…
“Sence o İbranice harfli taşın orda durması çevreye rahatsızlık verir mi?”
“Hayır, için rahat olsun” diyor, “Her anne kaybettiği evladının arkasından aynı lisanda ağlar.”
İşte ağlayan taşın hikâyesini sizlere anlattık...
Bu sanat eserini koruyan başta Eyüp Belediyesi ve Başak Oğuz Ural’a, taşı yükleyerek mezarlık yakınlarına getirip sevap işleyenlere, Eyüp halkına ve çeviri için emek harcayan ravlarımıza teşekkürlerimi sunarım.
Bu tarihi zenginlik ancak Türkiye’de olur...
(Yazının şehir kültür turları yapan rehberlere ve tarih meraklılarına ulaşması dileğiyle…)