Biyografik dram

Damien Chazelle, üç müzikal filminden sonra ‘AY’DA İLK İNSAN’ İLE başarılı bir belgesele imza atıyor.

Viktor APALAÇİ Sanat
7 Kasım 2018 Çarşamba

Altı Oscar Ödüllü ‘Aşıklar Şehri’nin baş aktörü ve teknik kadrosuyla yola çıkan Chazelle, Neil Armstrong’un yaşamından on yıllık bir kesit sunuyor. Dönemin politik atmosferini ustalıkla perdeye taşıyan yönetmen, Hollywood’un klişeleşmiş ABD propagandalı kahramanlık destanı yazmaktan uzak durmasıyla takdiri hak ediyor. ‘Çirkin Kral Efsanesi’ Türk sinemasının yetiştirdiği en karizmatik kişilik olan Yılmaz Güney’i anlatan başarılı bir belgesel. Filmde 47 yıllık kısa sayılacak ömrüne sığdırdığı başarılar, Altın Palmiye kazanmasını yorumlayan ünlüler, eşleri, aile yakınları, çalışma arkadaşlarıyla yapılan söyleşiler var.

 

Rhode Island doğumlu, Fransız-Kanada kökenli genç yönetmen Damien Chazelle(33), müzikal konulu ilk üç filminden sonra ‘Ay’da İlk İnsan/First Man’ ile bir biyografik dram ile karşımıza çıkıyor.

İlk uzun metrajlı filmi ‘Guy and Madeline on a Park Bench’ten(2009) sonra, J. K. Simmons’a En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Oscar’ını kazandıran, üç Oscar Ödüllü ‘Whiplash’ ile ünlenen Damien Chazelle, ‘Âşıklar Şehri/La La Land’ (2014) ile Hollywood müzikallerinin Atın Çağ’ına götürdü bizleri.

Bu altı Oscar Ödüllü filmde Chazelle En İyi Yönetmen Oscar’ını kazandı. O filmin baş aktörü ve teknik kadrosuyla yola çıktığı ‘Ay’da İlk İnsan’ 2019 Oscarlarına adaylığını koyuyor. Filmin senaryosunda 2015’te En iyi Özgün Senaryo Oscar’ının sahibi Josh Singer’in imzası var. James Hansen’in ‘First Man: The Life of Neil Armstrong’un otobiyografik kitabını sinemaya taşıyan Singer, ‘The Post’ ve ‘Wikileaks’teki çalışmalarıyla hayranlığımızı kazanan bir senarist.

‘Âşıklar Şehri’ ile iki Oscar kazanan Justin Hurwitz, ‘Ay’da İlk İnsan’ için adeta bir uzay operası bestelemiş.Yine ‘Âşıklar Şehri’nin Oscar Ödüllü İsveçli kameramanı Linus Sandgren, atmosfer yaratmada Chazelle’in mizansenine büyük katkı sağlıyor. Yönetmen NASA çalışmalarını anlatırken zaman zaman izleyiciyi de kokpitin içine sokuyor ve kendisini astronot gibi hissetmesini sağlıyor.

Beni en çok etkileyen, Chazelle’in Hollywood’un klişeleşmiş ABD propagandalı kahramanlık destanı yazmaktan uzak durup, mesafeli bir çizgiyi korumadaki titizliği. Ay’a dikilen ilk bayrak olan ABD bayrağını, milliyetçilerin tepkisini göze alarak, gözümüzün içine sokmamış.

Film, bilim tarihini değiştiren Ay’a ayak basma olayını Neil Armstrong’un 1960 ile 70 arasındaki yaşamından kesitler vererek anlatıyor.

 NASA’nın 1961-69 arasındaki Ay’a gidiş görevi hazırlıkları, Armstrong ve ABD’nin bu uğurda ödediği bedeller, yapılan fedakârlıklar, NASA’nın SSCB’ye karşı uzay yarışını kazanmak için karşı karşıya kaldığı muazzam baskı, filmde gözler önüne seriliyor.

NASA’daki günlük hayatı, astronotların aileleri ve iş arkadaşlarıyla ilişkilerini, belgesel tadında bir üslupla anlatmaya başlayan filmde, ilk şoku Neil Armstrong’un iki yaşındaki kızı Karen’in kanserden ölmesiyle yaşıyoruz. Yas ve bunalım sürecini kendini işine yoğunlaştırarak aşmaya çalışan Armstrong’un (Ryan Gosling), birlikte tarihe geçeceği Buzz Aldrin (Corey Stoll) ve Mike Collins (Lukas Haas) gibi astronot arkadaşlarıyla ilişkileri gerçekçi bir üslupla anlatılıyor.

APOLİTİK TAVRIYLA ÖNE ÇIKAN FİLM

Aslında aralarında tatlı bir rekabet yaşayan, ancak kader birliği içinde olduklarını asla unutmayan, sıcak dostluklar kuran astronotlar ve onların destekçisi fedakâr eşlerinin ilişkileri, kişisel bir anlatımla, sürükleyici bir tonla işleniyor.

Dönemin politik atmosferini ustalıkla perdeye taşıyan film, 20 yıllık Vietnam Savaşının yaşattığı travmayı, ırk sorunlarıyla boğuşan ABD’yi, uzaya çıkan ilk insan Gagarin ile Sovyetlerin uzay yarışında öne geçmelerini anlatıyor.

Kennedy, öldürülmeden bir yıl önce ABD’nin uzay yolculuğunda liderliğe oynayacağını ilan etmiş, Lyndon Johnson’dan sonra başkan olan Richard Nixon göreve geldikten altı ay sonra Apollo 11 Ay’a ayak basmıştı. Film, Soğuk Savaş döneminde ABD- Sovyetler Birliği rekabetinde yaşanan talihsizlik ve kazalarla hayatlarını kaybedenlere de bir saygı duruşunda bulunuyor.

20 Temmuz 1969’da Apollo 11, Ay yüzeyine dokunduğunda, 38 yaşındaki Neil Armstrong, tarihin en tehlikeli görevlerinden birini üstlenirken, Ay’a ayak basan ilk insan olarak “İnsan için küçük, insanlık için büyük bir adım” diyerek efsane olmuştu.

Resmi kayıtlara göre sekiz gün, üç saat, 18 dakika süren tarihi yolculuğunu, IMAX tekniğiyle çekilmiş görüntüler, ustalıklı bir montaj ve duygusal bir şekilde anlatan film, Ay yolculuğuna karşı olanların tepkilerine de yer veriyor. Afro-Amerikalıların uzay çalışmalarını protesto edişleri, hippilerin bu uğurda harcanan servetleri protesto yürüyüşleri filmde yer alıyor.

Apolitik tavrıyla öne çıkan ‘Ay’da İlk İnsan’ın başarısı, senaryosunda doğru ve iyi seçilmiş karakter tahlillerinden, gerçekçi bir belgesel yaklaşımından ve başarılı oyuncu kadrosundan geliyor.

Oyuncu kadrosuna gelince; kızını kaybettikten sonra gösterdiği metanet ile, ilkeli, sakin, soğukkanlı bir aile reisi yorumuyla Ryan Gosling, Armstrong rolünde çok iyi. İçe dönük bir karakteri olan, Ay yolculuğuna çıkmadan iki oğluyla vedalaşmakta zorlanan, acısını içine gömen Neil Armstrong rolünde Gosling’in mutsuz, sürekli üzgün ifadeli ve endişeli yorumu çok başarılı.

Karısı, ailenin sakin gücü, sağlam karakterli fedakâr eş Janet rolünde, NETFLIX’in ünlü dizisi ‘The Crown’un bol ödüllü oyuncusu, son yılların yükselen yıldızı Claire Foy, akılda kalıcı bir performansa imza atıyor.

Yine NETFLIX’in yıllardır seyredilen dizisi ‘The House of Cards’ın entrikacı siyaset adamını canlandıran Corey Stoll, Armstrong’un yol arkadaşı, Ay’a ayak basan ikinci insan Buzz Aldrin rolünde çok başarılı.

Her uzay filmi izlediğimde Stanley Kubrick’in felsefi bilimkurgusu ‘2001: Uzay Yolu Macerası’nın (1968), aradan geçen 50 yıla rağmen ‘tüm zamanların en iyi uzay filmi’ sıfatını koruduğu aklıma gelir.

  

ÇiRKiN KRAL EFSANESi

Devrimci kişiliğiyle, fırtınalı yaşamıyla, aşklarıyla, travmalarıyla, cesaretiyle, yaşadığı dramlarla, hapishanede geçirdiği yıllarla, aktörlüğü, senaryo yazarlığı ve yönetmenliğiyle, Türk sinemasının yetiştirdiği en karizmatik kişilik olan Yılmaz Güney bir belgesele konu oldu.

‘Çirkin Kral Efsanesi’, Hüseyin Tabak’ın çekimini yedi yılda tamamladığı, her sinemaseverin izlemesi gereken bir film. Yılmaz Güney, 47 yıllık kısa sayılacak ömründe, Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye kazanan ilk Türk sinema adamı sıfatını da sığdırdı.

2012 Antalya Film Festivali’nde ‘Güzelliğin On Par’ Etmez’ ile En İyi Film ve En iyi Senaryo Altın Portakal Ödüllerinin sahibi Hüseyin Tabak, dördüncü uzun metrajlı filmi olan ‘Çirkin Kral Efsanesi’nde ilk kez gördüğümüz arşiv görüntülerine de ulaşmış. 1982’de Cannes Film Festivali’nin Kapanış Gala’sında aktör Vittorio Gassman’ın elinden aldığı Altın Palmiye Ödülü ile Yılmaz Güney’in yumruğunu havaya kaldırarak halkı selamladığı sahne, Türk sinemasının en gurur verici anlarından biridir.

Aynı mutluluğu, Yılmaz Güney gibi yumruğunu havaya kaldıran, Altın Palmiyeli ikinci Türk Nuri Bilge Ceylan ile 32 yıllık bir aradan sonra yaşadık.

Hüseyin Tabak’ın 1982’de Cannes’da bu ödülü Yılmaz Güney ile paylaşan Costa Gavras ile yaptığı söyleşi belgeselde yer alıyor. ‘Kayıp/Missing’ ile sonraları En İyi Senaryo Oscar’ını kazanan Yunanlı yönetmen, Güney’den övgü ile bahsediyor.

Dönemin Fransa Cumhurbaşkanı François Mitterand’ın Kültür Bakanı, sanatçı kişiliğiyle de bilinen Jack Lang, belgeselde Yılmaz Güney ile ilgili anılarını anlatıyor.

Cannes Film Festivali’nin efsanevi başkanı, yazar kişiliği ve sinema yönetmenliğiyle de ünlü Gilles Jacob, belgeselde Yılmaz Güney’in 1982’de Cannes’da yarattığı heyecanı anlatıyor. Ünlü Avusturyalı yönetmen, çift Altın Palmiye Ödüllü Michael Haneke, Hüseyin Tabak’ın mükemmel Almancasıyla sorduğu suallere cevap verirken, meslektaşı Yılmaz Güney’den övgü ile bahsediyor.

Filmdeki söyleşilerden, Yılmaz Güney ile ilgili anılarını Vartolu bir Kürt olan annesi Güllü Pütün’ün, kız kardeşi Leyla Demirezen’in, kızı Elif Pütün’ün, yapımcısı Abdullah Keskiner’in, kendisi hakkında kitaplar yazan eleştirmen Atilla Dorsay’ın ağzından dinliyoruz.

‘Yol’ filminde Yılmaz Güney’i canlandıran Halil Ergün, filmin başrol oyuncuları Tarık Akan ve Şerif Sezer, ünlü sinema adamını bizlere anlatıyorlar. Güney’in birçok filminde oynayan Tuncel Kurtiz ‘yol arkadaşım’ dediği Güney’i, ‘Duvar’ filminin aktörü Ahmet Zirek ‘dostum’ olarak hatırladığı ustasını anlatıyor.

Yılmaz Güney ile fırtınalı bir aşk yaşayan karısı Nebahat Çehre ve son yıllarında yanından ayrılmayan eşi Fatoş Güney, belgeselde evlilik hayatlarında yaşadıklarını anlatıyorlar.Belgeselde Yılmaz Güney’in hapishane arkadaşları, kendisini Türkiye’den kaçırma organizasyonunu üstlenen Alman yapımcıyla yapılan söyleşiler de var. Tek eksik, Altın Palmiyeli ‘Yol’ filminin yönetmeni Şerif Gören. Türk sinemasında yapılmış haksızlıkların en büyüğü belki de Şerif Gören’in başarısının görmezden gelinmesi.

Yılmaz Güney’in ömrünün son yılında Paris’te çektiği ‘Duvar’ filminde, hapishanedeki mahkumları canlandıran çocuk oyuncuların motivasyon sağlamadaki ilişkileri belgeselde var. 1983’te Cannes’da yarışan bu sönük film ilgi görmemişti.

Ben kendi hesabıma, ölümünden 1-2 yıl sonra, Paris’te yattığı Pére Lachaise Mezarlığına yaptığım ziyarette, Yılmaz Güney’e saygı duruşunda bulunmuştum.

 

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün