Tiyatro Pera’da bir yeni - bir eski

Hans Fallada ‘Herkes Tek Başına Ölür’

Erdoğan MİTRANİ Sanat
6 Mart 2019 Çarşamba

“Führer oğlumu öldürdü, sizin de oğullarınızı öldürecek!”

Nesrin Kazankaya, Tiyatro Pera’nın BlackOut’daki yeni mekânının ilk yeni çalışmasında Hans Fallada’nın ‘Herkes Tek Başına Ölür’ romanından çevirerek uyarladığı oyunu yönetiyor.

Bir hukukçunun oğlu olarak 1893’te Greiswald’da dünyaya gelen, Rudolf Wilhelm Friedrich Ditzen ya da takma adını Grimm Kardeşlerin masal karakterlerinden alan Hans Fallada, 18 yaşındayken bir okul arkadaşı ile yaptığı, olasılıkla ikili bir intihar girişimi olan düelloda arkadaşını öldürmüş, tutuklanarak psikiyatrik tedavi görmüştü. Olayın ardından önce alkol sonra da morfin bağımlısı olmuş, uyuşturucu edinmek için hırsızlık, dolandırıcılık yapmış, defalarca tutuklanarak hapis yatmıştı. Yaşam boyu uyuşturucu sorunuyla uğraşan Fallada, son yıllarını kliniklerde/nezarethanelerde geçirmişti.

Otuzu aşkın roman ve öykü kitabı olan Fallada, çeşitli işlerde çalışırken tanımış olduğu sıradan kişilerin, küçük insanların öykülerini anlatır. İlk kez hem ülkesinde hem de dünyada tanınmasını sağlayan ‘Küçük Adam Ne Oldu Sana’ (1932), I. Dünya Savaşı sonrasında, Alman ekonomisinin çöktüğü, yoksulluğun, işsizliğin arttığı, Nazi rejiminin güçlenmeye başladığı yıllarda geçer. Romanı Nazi karşıtı bulan yönetim tarafından sorgulanan, kısa bir süre hapsedildikten sonra serbest bırakılan Fallada, gördüğü baskılara rağmen, çok sevdiği yurdunu terk etmemiş, Nazi iktidarı yıllarında da Almanya’da yaşamaya, yazmaya devam etmişti.

Yaşanmış olaylardan esinlenen, savaşın ardından 1946’da yayınlanan son romanı ‘Herkes Tek Başına Ölür’, II. Dünya Savaşı’nda, sıradan bir işçi karı-kocanın, tek oğulları savaşta ölünce Nazi yönetimine karşı başlattıkları benzersiz direnişin öyküsü. Otto - Anna Quangel, kartpostallara rejim, savaş ve Hitler karşıtı yazılar yazarak, bu kartları merdivenlere, kapı önlerine bırakarak faşist sisteme savaş açarlar. Artık, fare fille savaşmaktadır

Otto ve Anna’nın iki yıl boyunca yazıp dağıttığı kartpostallar okuyanları harekete geçirebilecek midir? Yoksa, bu sonucu ne yazık ki belli çabanın onlara büyük olasılıkla bedelini hayatlarıyla ödeyecekleri bir onur savaşını kazandırmaktan başka bir işlevi var mıdır?

Kazankaya, roman olarak tasarlanmış metnin handikaplarını aşarak usta işi bir sahne eserine dönüştürmüş. Otto ve Anna’yı birer kahraman savaşçı olarak görmeyen ve göstermeyen Fallada’nın izinde, başlarda Hitler yanlısı bir adamla, Nasyonal Sosyalist Kadınlar Birliği üyesi karısının yavaş yavaş gerçeklere uyanışlarının, bilinçlenmelerinin ve arınmalarının öyküsü olarak ele alıyor. Bu sıradan iki insanın Nazizm ve savaşa karşı yürüttükleri naif ve çaresiz karşı duruşun antitezi olarak da, peşlerindeki kariyer tutkunu, hırslı Gestapo şefi Komiser Escherisch’in arayışını oturtuyor.

Kartpostalların Nazilerin polis örgütüne ulaşması bile korku rejiminin aynası gibidir. Gestapo tek bir arama yapmaksızın, sadece bulanların başlarını belaya sokmama endişesiyle anında gönüllü olarak polise teslim etmesiyle kartların hemen hepsini ele geçirmiştir. Bulanların kartları okuyup okumadıkları da belli değildir. Tüm Berlin’de, ele geçmeyen 18’i hariç bütün kartları okuyan bir tek kişi vardır: Gestapo Şefi Escherisch!

Yazar Kazankaya, baskıcı rejimin göz boyayarak, coşturucu propagandalarla galeyana getirdiği cahilleştirilmiş bir genç kuşağın yanına, savaşın giderek yoksullaştırdığı küçük insanların aymazlığını, Hitler’e körü körüne inancın kimi zaman tüm suçu Yahudilere yükleyebilen mantıksızlığı koyarak, slogan atmadan, sesini yükseltmeden sağlam bir anti-faşist metin kurgulamış.

Yönetmen Kazankaya, sahnelemesini tamamen metne ve oyunculuklara dayandırarak, insanları yaşam güçlerinin ve umutlarının giderek yok olduğu, sadece muhbirlerin, gammazların, serserilerin, dolandırıcıların yolunu bulduğu, savaş içindeki Berlin’i neredeyse var olmayan bir dekorda, hem her yer hem hiçbir yer olabilecek soyut bir oyun alanında (Sahne tasarımı Merve Yörük, ışık Zeynep Özden) minimum aksesuarla var ediyor. Fatma Öztürk’ün kostümleri, Pera Tiyatro Lisesi öğrencilerinden oluşan etkileyici Alman Kızlar Birliği Korosu ve iki Marlene Dietrich şarkısıyla bu soyut mekânı inandırıcı bir şekilde gerçek kılıyor.

Nesrin Kazankaya, birer saatlik iki bölümden oluşan oyunu, hiç aksamayan bir tempo ve mekânın tüm giriş çıkışlarını kullanan çok başarılı sahne trafiğiyle yönetiyor. Bu bağlamda, oyunun sonlarına doğru Escherisch’le Enno Kluge’nin Berlin’deki upuzun yürüyüş sahnesi, hem çok inandırıcı hem de çok etkileyici.

Kazankaya, koro dışındaki 23 karakteri canlandıran 9 oyuncusundan dört dörtlük bir takım oyunculuğu elde ediyor. İnandırıcı, etkileyici ve çok dokunaklı bir ikili oluşturan Murat Gürün (Otto) ve Nesrin Kazankaya (Anna) dışında, Rüştü Onur Atilla, Başak Meşe, Doğan Akdoğan, Zeynep Özden, Oğuz İşçi, Dilşah Demir ve Mustafa Sevim giysi, peruk, makyaj ve aynı rahatlıkla kişilik, bazen de cinsiyet değiştirerek farklı karakterleri başarıyla canlandırıyorlar. SS’lerin maskeli olmasının bu kişiliklere kattığı anonim kötücüllük çok etkileyici. Özellikle Rüştü Onur Atilla Escherisch, Başak Meşe SS kumandanı ve Doğan Akdoğan üçkâğıtçı kumarbaz Enno Kluge olarak çok iyiler.

Herkes Tek Başına Ölür, Fallada’nın amacını da aşarak, cehaleti yücelten, insanları korkutan, ötekileştiren, ‘öteki’nin yok oluşunu umursamayan bütün baskı rejimlerinin sert bir eleştirisine dönüşüyor. Mutlaka izleyin derim.

Nesrin Kazankaya ve ‘Onların Hikâyesi’

“Bizlerin Hikâyesi”

Tiyatro Pera, beklenmedik bir şekilde Taksim Sıraselviler’deki yerinden çıkmak zorunda kalınca, çalışmalarını geçici olarak Kenter Tiyatrosunda sürdürmeye çalışmıştı. Bu mekânda ilk prodüksiyonu Aralık 2017’de sahneledikleri ‘Onları Hikâyesi’ olmuştu.

Nesrin Kazankaya’nın yazıp yönettiği oyun, BlackOut AVM’deki yeni yerinde başarıyla devam ediyor.

Dramaturgisini Şafak Eruyar’ın, kostümlerini Fatma Öztürk’ün, dekorunu Başak Özdoğan’ın, yönetmen yardımcılığı ve ışığını Zeynep Özden’in yaptığı, dans düzenini Erdinç Anaz’ın üstlendiği ‘Onları Hikâyesi’ etnik kökenleri ve inançları yüzünden ötekileştirilenlerin öyküsüdür. Yahudi ve Ermenilerin II. Dünya Savaşı’ndan günümüze yaşadıklarından yola çıkarak, göç edenlerin, sürgünlerin, kaybolanların, ölenlerin acılarını, yurtsuzların, göçe zorlananların, vatansız bırakılanların umutsuzluğunu ve korkularını anlatır. 

Oyun İstanbul’da, Eşkenaz Yahudi’si dul şapkacı Eidel’in (Nesrin Kazankaya) şair oğlu İshak’ın (Erdinç Anaz) düğünde başlar. Eidel’in kızı Drezel (Serin Öztoprak) ile birlikte ağırladığı konuklar arsında Eidel’in ilişkisini herkesten gizlemeye çalıştığı sevgilisi Ermeni tüccar Mihran (Mehmet Bilge Aslan), ailesinden miras geleneksel bir şano sahibi Ermeni tiyatrocu Kirkor (Rüştü Onur Atilla), sevgilisi oyuncu Lusin (Başak Meşe) ve Bella (Cemre Naz Gözütok) vardır. Düğün gecesi II. Dünya Savaşı’nın başladığı haberi gelir. Türkiye savaşa girmese de, siyasi ve ekonomik buhranlar özellikle azınlıkların ağır bedeller ödemesine yol açar. 1941’de bir kanunla 1896-1913 doğumlu bütün gayrimüslim erkekler, askerlik yapmış bile olsalar, bedensel ve ruhsal sağlık durumlarına bakılmaksızın askere alınır. Eğitim ve silah verilmeyen, üniforma olarak çöpçü elbiseleri giydirilen 30 bin kadar erkek, zor şartlar altında tünel inşaatı, taş kırma, yol ve köprü yapımı gibi ağır işlerde çalıştırılır. Bir kısmı telef olur, bir kısmı da hasta ve yaralı olarak döner. ‘20 Kura İhtiyatlar’ arasında askere giden İshak, beden ve ruh sağlığı bozulmuş olarak döndüğünde Filistin’e gitmeye karar verir.

Eidel ve Mihran’ı bir gece Sarayburnu sahilinde, Struma’dakilerin serbest bırakılmasını beklerken görürüz. Aralık 1941’de Filistin’e gitmeye çalışan 769 Rumen Yahudi’sini taşıyan, Struma gemisi, İstanbul açıklarına geldiğinde ana motoru bozulur. Sarayburnu açıklarına çekilen gemiden kimsenin karaya çıkmasına izin verilmez. Yahudi cemaatinin ısrarı ve önemli tüccarlarından Simon Brod ile Rıfat Karako’nun girişimiyle, parası Yahudi Cemaatinden alınmak kaydıyla, Kızılay aç ve susuz yaşayan gemidekilere iaşe temin eder. Yahudi göçünün yaratacağı sorunları bahane eden Britanya’nın baskısıyla Struma bir süre sonra Karadeniz’e Şile sahillerinin uzağına çekilir. Motorsuz, yakıtsız, yiyeceksiz, susuz,  kaderine terk edilen Struma, İstanbul’a sığınmasından 72 gün sonra, onu Alman yolcu gemisi sanan bir Sovyet denizaltısı tarafından içindekilerle birlikte batırılır. Türkiye, gayrimeşru yollardan ülkeye girmeye çalışanları engellemiş olduğu savıyla, bu faciada hiç sorumluluk kabul etmez, emniyet mensuplarından “hükümetin bu meselenin kapatılmasını ve bahsedilmemesini istediğini” öğrenen Yahudi Cemaati de sesini çıkarmaz.

1942’de gayrimüslimler bir başka sorunla uğraşmaktadır. Bir defaya mahsus alınmasına karar verilen servet vergisi, gayrimüslimlerden Müslümanlara göre yüzlerce kez daha ağır rakamlarla tarh edilir. Kimi malını, mülkünü yok pahasına satıp öder; ödeyemeyenler Sivrihisar ve Aşkale’deki çalışma kamplarına gönderilir. Şartlar 20 Kura İhtiyatlar’ınkine benzer, ancak zayiat yüzdesi çok daha fazladır. Aşkale’de ölenler arasında tiyatrocu Kirkor da vardır.

Birkaç yıl sonra bir başka toplumsal çılgınlık başlar, 6-7 Eylül 1955’te, Kıbrıs sorununu bahane eden bilinçsiz, ancak bilinçli olarak yönlendirilmiş bir güruh, önce Rumlara karşı başlayan, sonra bütün gayrimüslimlere yönelen saldırılarda dükkânları talan eder, mezarlıkları parçalar, evlerinden çıkardıkları insanları sokaklarda sürükler…

Tabii ki her etkinin bir tepkisi vardır ve ötekileştirme mekanizması ne yazıktır ki çift taraflı çalışır. Tüm sevgisine rağmen Eidel, Müslüman bir gençle evlenen kızı Drezel’i ve torunu Yasemin’i hayatından tamamen çıkarır. Oyunda, geçmişin paralelinde, günümüzde ailesinin geçmişini araştıran akademisyen Yasemin’in (Zeynep Özden) öyküsü de anlatılır. Ne yazıktır ki, 2000’li yıllar ortamında, imzaladıkları bir bildiri için soruşturma, kovuşturma ya da hapis tehdidiyle ötekileştirilen aydınlar farklı bir zorunlu sürgüne çıkmak zorunda kalacaklardır…

Ara hariç iki saat süren bir oyunda, bu kadar cesur ve yoğun bir hikâye anlatmak kolay değil. Olayların başladığı yıllarda doğmuş biri olarak oyunu, anılarımı da katarak seyrettim. Umarım genç izleyici kuşakları da olayların içinde kaybolmadan izleyebilir. Bu uzamış yazıda kısa bir parantez açayım. Tiyatro Pera’nın her oyun için ayrı ayrı hazırladığı, basıldığı 1.sınıf kağıdın bile parasını karşılamayan minik bir ücret karşılığı verilen broşürü müthiş titizlikle hazırlanmış kapsamlı bir tiyatro dergisi. Özellikle ‘Onları Hikâyesi’nin tarihsel arka planı büyük başarıyla veriliyor. Yazıyı hazırlarken dergiden ben de epey faydalandım. Her bölümünü mutlaka okuyun derim.

Yönetmen Kazankaya, oyunu her zamanki gibi dört dörtlük bir toplu oyunculukla götürüyor. Haklı olarak, muhteşem bir Ermeni ağzıyla konuşan Rüştü Onur Atilla ve Başak Meşe dışında kimsede aşırı bir şive arayışına gitmemiş, Rumca, Ermenice, İbranice sözcükleri doğru telaffuz etmekle yetinmiş. Çok da doğru yapmış.

Ciddi bir araştırma sonucu yazılmış, tarihsel belge olarak çok önemli (sanırım Struma olayından tiyatroda ilk kez söz ediliyor), tiyatro olarak da çok başarılı bir çalışma. Sezon boyunca BlackOut AVM Tiyatro Pera’da. Kaçırmayın derim.

 

 

 

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün