Craft Tiyatro’da bir Anna Ziegler oyunu: ‘Fotoğraf 51’

Craft Tiyatro’da sahnelenen Anna Ziegler’in ‘Photograph 51 / Fotoğraf 51’ adlı oyunu, DNA, x-ışınları, fosfatlar ve hırslı bir yarışın ortasında ‘yaşamın sırrını’ bulmaya çalışan bir grup bilim insanına odaklanırken, kesin değerler üzerine kurulu olsa da bilimin, onu yapanların seçimlerinden, yeteneklerinden, karakterlerinden, korkularından, hatta aşklarından bağımsız olamayacağını söyleyen bir oyun.

Erdoğan MİTRANİ Sanat
25 Nisan 2019 Perşembe

1979 doğumlu Amerikalı oyun yazarı Anna Ziegler, İngilizce dalında Yale Üniversitesinde lisans yapmış, East Anglia Üniversitesinden şiir dalında master, New York Üniversitesinden dramatik yazıyla MFA derecesi almış. Genç yaşına karşın on oyun yazan, övgüler ve ödüller alan Ziegler, bütün çalışmalarında ahlaki konuları araştıran, kendimize ve birbirimize görev ve sorumluluklarımızı ele alan bir yazar.

‘Fotoğraf 51’ DNA’nın çift sarmal yapısının keşfinde kilit rol oynamasına karşın, Rosalind Franklin’in, kadın ve Yahudi olarak, bilim insanlarının tüm bilimselliğine karşın hem erkek egemen hem ayırımcı ortamında bilim kadını olarak varoluş mücadelesine odaklanıyor. Aynı zamanda Franklin’e yapılan haksızlıklar üzerinden, bilim dünyasında ve bilimsel araştırmalarda etik kuralların ve dürüstlüğün öneminin altını çiziyor. 

Önce oyunun tarihsel altyapısına kısaca bir göz atalım. Yakın tarihte yaşanan ve medyaya mal olmuş olayları kısaca özetlerken, bunları neredeyse bir bir sahneye aktaran oyunun konusuna fazlasıyla değineceğimden, bu bölüm için ‘spoiler’ uyarısı yapmam gerekiyor.

Londra doğumlu Rosalind Franklin (1920-1958), 1945’te Cambridge Üniversitesinde fizikokimya doktorasını tamamladıktan sonra üç yıl boyunca Paris’te Kimya Hizmetleri Merkez Laboratuvarında X-ışını kristalografisi, kristal yapı saptama ve görüntüleme teknikleri üzerinde uzmanlık eğitimi almış. Saygın dergilerde yayınlanan titiz çalışmalarıyla kısa sürede ünlenen Franklin, dersler ve konferanslar vermiş, çektiği X-ışını fotoğrafları, kaliteleri ve güvenilirlikleriyle bilim dünyasında büyük beğeni kazanmış. Ne yazıktır ki, kanserojen etkilerinin henüz tam olarak belirlenmediği 1950’lerde X-ışınlarına fazlasıyla maruz kaldığından, henüz 38 yaşındayken yumurtalık kanseri sebebiyle yaşama veda etmiş.

Franklin, 1951’de Fransa’dan İngiltere’ye döndüğünde, King’s College laboratuvarında DNA yapısını araştırmakla görevlendirilmişti. O dönemde Cambridge Üniversitesinde İngiliz moleküler biyolog, fizikçi ve nörobilimci Francis Crick ve Amerikalı moleküler biyolog, genetikçi ve zoolog James Watson ile, büyük bilim insanı Linus Pauling de California Teknoloji Enstitüsünde aynı konu üzerindeki araştırmalarını yoğunlaştırmış durumdalardı.

Franklin, DNA’nın moleküler yapısını yeni bir deneysel teknikle görüntüleyerek o zamana kadar hiç görülmemiş netlikte bir fotoğraf elde ederek DNA’nın yapısını çözmeye çok yaklaşmışken, King’s College’da aynı konuda araştırmalar yapan meslektaşı Maurice Wilkins, günümüzde ‘Fotoğraf 51’ olarak meşhur olan bu DNA görüntüsünü, Franklin’in bilgisi ve rızası olmadan, Crick ve Watson’la paylaşmış. Fotoğraf ikilinin DNA yapısını çözümlemesi için anahtar bilgiyi sağlamış. Watson’la Crick, 1953’te buluşlarını yayınladıklarında ve 1962’de bu çalışmaları için Nobel tıp ve fizyoloji ödülünü paylaştıklarında, Rosalind Franklin’in adını bile anmamışlar. Katkılarından dolayı onlarla beraber ödüle layık görülen Maurice Wilkins ise, ödülün verilmesinden dört yıl önce ölmüş olan Franklin hakkında sadece muğlak bir iki söz etmiş.

Rosalind Franklin’in çalışmalarından ve bulgularından yararlanmamış olsalardı, ikili sarmalı ondan ya da Linus Pauling’den önce keşfedebilecekleri kesin olmayan Watson ve Crick’in   dürüstlükten epey uzak tutumları daha sonra açığa çıktığında, bilim çevrelerinde müthiş kınanmış.

Neyse ki bu çok önemli bilim insanını göz ardı etmeyenler de olmuş. Öğrencilerinden yoksul Litvanya göçmeni Aaron Klug’un geleceğini çok parlak gören Rosalind Franklin, çalışmalarını rahatça sürdürebilmesi için, ölümünden kısa süre önce tüm malvarlığını genç öğrencisine miras bırakmış. Hocasının öngörüsünü haklı çıkararak 1982’de Nobel Kimya Ödülünü alan Klug, alkışlar arasında yaptığı Nobel konuşmasında, “Zor ve geniş kapsamlı problemlerle başa çıkmayı bana Rosalind Franklin öğretti. Yaşamı kısa sürmeseydi, belki de çok daha evvel bu kürsüde hak ettiği yeri almış olacaktı” demişti…

Geldik Anna Ziegler’in oyununa ve Çağ Çalışkur’un Craft Tiyatro’daki sahnelemesine. ‘Fotoğraf 51’i yetkin yönetmenlik çalışmalarının yanında artık üst düzey bir çevirmen olarak da kendini ispatlamış Hira Tekindor dilimize kazandırmış. Oyunun ana karakterlerinden biri, Kerem Çetinel’in laboratuvar ortamını gerçek kılan dekor ve ışık tasarımı. Nihal Kaplangı’nın kostümleri de müthiş. Oyunu izlerken, sahnelerimizin en güzel kadınlardan Funda’yı o kadar silik göstermeyi başaran o sevimsiz döpiyesin benzerini çocukluğumda halamın üzerinde gördüğümü anımsadım.

Kalabalık ekibinden çok etkileyici bir toplu oyunculuk elde eden Çalışkur, performatif sahnelemeyle anlatıcı tiyatrosunu başarıyla dengelemiş. Cem Avnayim (Maurice Wilkins)Selahattin Paşalı (James Watson), dönüşümlü olarak Bahadır Efe ve Barış Arman (Francis Crick) ve Korhan Soydan (Donald Caspar) çok iyiler. Ray Gosling’i canlandırırken anlatıcı rolünü de üstlenen Orçun Soytürk ise, Afife Jale’de Yılın En Başarılı Genç Kuşak Sanatçısı adaylığını gerçekten de hak ediyor.

Tabii ki ‘Fotoğraf 51’in asıl büyük kozu Funda Eryiğit’in Rosalind Franklin yorumu. İşkolik ve takıntılı bilim insanının güçlü görünümünü katman katman çözerek, o kırılgan, sevgiye ve önemsenmeye aç kadını adım adım var edişi unutulur gibi değil. Adaylık ne getirir bilmem ama, bence Funda bu yılın en iyi kadın oyuncusu.

Çok iyi yazılmış, çok iyi sahnelenmiş, çok da iyi yorumlanmış bir oyun. Görülmesi şart. Bence Funda’nın hatırına birkaç kez de izlenmeli. 26 Nisan, 7, 20, 21, 28 Mayıs 20.30’da, 5, 26 Mayıs 16.00 ve 20.30’da Craft Tiyatro’da.

 

Firuze Engin’in yeni oyunu ‘Güle Güle Diva’

DasDas Tiyatro’nun yeni projelerinden ‘Güle Güle Diva’, Firuze Engin’in yazdığı ve yönettiği, Selen Uçer’in 11 farklı karakteri canlandırdığı tek kişilik bir oyun.

Türk seyircisi geleneksel meddahımızla olan göbek bağından dolayı, ilk kez 1965’te batılı anlamda metne dayalı olarak sahnelenen ilk tek kişilik oyun olan ‘Bir Delinin Hatıra Defteri’ni büyük rahatlıkla benimsemiş, aradan geçen 70 yıla yakın süre içinde ‘monodrama’ sahnelerimizin olmazsa olmazlarından biri hâline gelmişti. Son yıllarda genç yazarlarımız tek kişilik ‘monodrama’ kavramını çağcıl meddahla zenginleştiren heyecan verici bir akım geliştirmeye başladılar. Bu akımın son müthiş örneği ‘Kader Can’ ise ilki de Firuze Engin’e 2015’te fazlasıyla hak edilmiş bir Cevat Fehmi Başkut Ödülü getiren ‘Cambazın Cenazesi’ olmuştu.

1984 Edirne doğumlu D.T.C.F. Tiyatro Bölümü mezunu yazar ve oyuncu Firuze Engin, ‘Cambazın Cenazesi’nde, kurucularından olduğu Tiyatro BeReZe’den gelen, bedenin ses, hareket, düşünce, imgeleme, duygu, nefes vs. tüm olanaklarının kullanıldığı fiziksel tiyatro ile modern meddahı harmanlayarak ‘anlatıcı tiyatrosu’nun farklı ve çok başarılı bir örneğini oluşturmuştu.

‘Güle Güle Diva’da Engin, bu çağcıl meddah arayışını daha ileri bir boyuta taşıyor. Oyunda adı geçen Bin Bir Gece Masalları’nı yeniden yazarcasına, Günseli’den Serpil’e, Serpil’den Zuhal hemşireye, ondan Refiye’ye ve Ayşegül’e, ve Başhekim Sevilay’a, ve Başhemşireye, ve Hediye’ye, ve de tabii ki Diva’ya uzanan hikâyeciklerle, izleyiciyi bu kadınların dünyasında, soluk soluğa koşulan bir yolculuğa çıkarıyor. Aynen Şehrazat’ınkiler gibi birbirinin içine geçen, sonuçlanma heyecanını koruyan bu öykücükleri kimi zaman nefesi kesilerek, kimi zaman yolunu kaybederek izleyen seyirci finale vardığında, bu parçalı metinler aynen yama işi bir yorgandaki gibi müthiş bir bütünlüğe ulaşıyor.

Tabii ki oyunun bütün yükü, minimal ötesi bir dekorda, puanlı kırmızı elbisesinin pastav işlevi gören siyah kemeri dışında hiçbir aksesuar kullanmadan, bu kadınları ve hayatlarına bir şekilde giren diğer karakterleri canlandıran Selen Uçer’de. Eğlenerek, eğlendirerek, her bir karakteri bir duruşu ya da bir bakışıyla bile derinlemesine ayrıştıran Uçer olağanüstü. Sözlerini Firuze Engin’in yazdığı, Ozan Tekin’in bestelediği, bütün bu kadınların yaşamında yer etmiş olan Diva’nın şarkılarını da Selen söylüyor. Ancak kadınlardaki anılarını ve etkilerini vurguladıkları için, şarkılar, canlı değil, stüdyo kaydı olarak duyuluyor.

Bu sezon Afife Jale Ödülleri adaylıkları belirlendiğinde sadece yedi kez oynadıkları için oyunun değerlendirilmesi gelecek sezona kalmış. Benden söylemesi, En İyi Kadın Oyuncu Ödülünün gelecek yıl en iddialı adayı Selen Uçer olacak.

Müthiş bir metin, çok başarılı bir sahneleme, müthiş bir performans. Sakın kaçırmayın derim. İzmirli izleyiciler için 27 Nisan 20.00’de Toy İzmir Ege Perla’da. İstanbul’da en yakın oyunlar 10 ve 24 Mayıs’da DasDas Tiyatro’da.

İyi seyirler dilerim.

 

 

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün