İlana Navaro’dan ezber bozan bir belgesel: Josephine Baker - Bir Uyanış Hikâyesi

İlana Navaro, 20. yüzyılın ilk yarısına damgasını vuran siyahî sanatçı Josephine Baker’in olağanüstü hayat öyküsünü kadın duyarlılığıyla yorumladığı ve ona itibarını iade ettiği çok başarılı bir belgesele imza attı. Muz dansından Fransız Direnişine uzanan bu sıra dışı yaşam, 15-20 Haziran tarihleri arasında İstanbul’da gerçekleşen DOCUMENTARİST kapsamında izleyiciyle buluştu. Navaro ayrıca, Yapı Kredi Kültür Sanat’ta, ‘Durum Çalışması: Josephine Baker Filminde Arşiv Kullanımı’ başlıklı bir de sunum yaptı.

TUNA SAYLAĞ Sanat
26 Haziran 2019 Çarşamba

Josephine Baker belgeseli, ARTE tarafından kendisine teklif edilince, İlana Navaro başta kararsız kalmış. Ama daha sonra sanatçının yaşamını kapsamlı bir şekilde araştırıp onun sadece ‘muz dansından’ ibaret bir figür olmadığını görünce fikri değişmiş. Özellikle 1927’de, Hollanda’ya yaptığı turne sırasında yaşadıklarını gazetecilerle paylaşan Baker’ın anekdotlarını doğrulayan bir üniversite arşiviyle karşılaşınca Navaro, bu belgeselin sadece Missourili fakir, küçük Josephine’nin değil Avrupa’nın da uyanış hikâyesi olacağını anladı. Ve o andan itibaren bütün öyküyü, büyük çoğunluğun görmediği veya görmeyi istemediği, Baker’ın yaşamındaki hayati dönüşümler açısından ele almaya karar verdi. Böylece ilk siyahî süperstar Josephine Baker’ın cesaretini, hümanizmini ve fırtınalı yaşamını ortaya koyan bu şahane dokümanter ortaya çıktı.

Nadir ve emsalsiz arşiv görüntülerinin ağırlıkta kullanıldığı, 2018 Fransa – Belçika ortak yapımı bu film, Fransız-Alman Arte Kanalında yayınlandı. Aralarında Kanada, Rusya, İngiltere, Finlandiya, İsviçre, İspanya, Portekiz, İtalya’nın da bulunduğu 19 ülkenin televizyonları tarafından satın alındı. Belgeselin kurgusu Véronique Lagoarde-Ségot’a, ses düzeni Jean-Luc Fichefet’e, prodüksiyonu ise Juliette Cazanave, Kepler 22 Productions’a ait.

İlana ile belgeselini konuştuk.

Yaptığın belgesel vesilesiyle bir zamanların ünlü kabare dansçısı Josephine Baker’ı çok iyi tanıdığını düşünüyorum. Sana göre bilinenlerin aksine Baker nasıl bir kadındı?

Baker, Fransa’da en çok ‘muz dansı’ ile tanınan bir sanatçı. Fransız direnişindeki rolü, daha sonra kurmuş olduğu ‘Gökkuşağı kabilesi’ ile de bilinir, fakat akıllarda en çok yer etmiş olan 1920’lerdeki muz dansıdır. Bir hayli klişeleşmiş ve en nihayetinde ırkçı bir imaj. Josephine Baker, siyah bir kadın olarak 1920’li yılların Fransa’sında kendisine verilen rolü oynamıştı - başarmak için başka sansı yoktu zaten - fakat hayati boyunca bu rolü daha pozitif bir hale getirmeye uğraşmıştı. Çektiğim film bu dönüşümü anlatıyor. Aslında Josephine Baker, ırkçılıkla mücadele eden bir hümanist idi ama bu yönüyle az tanınıyordu.

Belgeselde sanatçının hangi yönünü daha çok ön plana çıkardın? Neden?

Belgesel Josephine’in politik uyanışını anlatıyor. Toplumun ona verdiği rolü alet ederek bir yıldız olmasını ve yıldız rolünü kullanarak ırkçılığa karşı mücadele etmesinin hikâyesini anlatmak istedim. Baker, dünyanın ilk siyahî süperstarı idi. Bugün Obama’lara, Beyoncé’lere, Michael Jackson’lara alıştık, fakat 1920’li yıllarda bu gibi yıldızlara bir yol açılmıştı aslında. Bu yolu çizen, hem dünya çapında yıldız olup hem de ırkçılığa maruz kalmış olan ilk kişiydi Josephine. Onun hikâyesini anlatarak aslında Batı dünyasının siyah bir yıldıza vermeye hazır olduğu rolü de anlatmış oluyorsunuz. Bu bakımdan bu filmi yapmak benim için çok heyecan vericiydi. 

Sence Baker, sanat yaşamını sürdürürken kendince bir strateji çizmiş miydi yoksa içgüdüleriyle mi yaşıyordu?

Baker, içgüdüleriyle hareket eden biriydi. Eğitimli değildi, daha çocuk yaşta Missouri’de beyaz ailelerin yanında çalışmaya gönderilmişti, kendi yolunu kaza kaza bulmuştu. Önceden strateji çizmediği çok kesin. Fakat içgüdüsel olarak ‘hayatta kalma’ yeteneği vardı. Bunun sayesinde ona biçilmiş olan imkânsızlıkları ya da negatif rolleri, pozitife çevirebildi. Önce kendisi için, sonra diğerleri için uğraştı.

Anavatanı ABD’nin aksine genç yaşta gittiği Fransa’da halkın, kendisine her haliyle hayran olmasını ve onu sorgulamadan kabul etmesini neye bağlıyorsun?

Fransa’da 1920’lerde, ABD’de ile karşılaştırılabilir bir ırkçılık yoktu. Josephine Missouri’de, ayrımcılık olan bir yerde büyümüştü. Siyahların beyazlarla karışması kötü görülmenin ötesinde, kanunen yasaktı. Beyaz iseniz, siyah biriyle evlenmeyi bırakın, flört etmeniz bile yasaktı, bunun için ceza alabilirdiniz. Böyle bir dünyadan Fransa’ya gelen siyahîler için Paris bir rüya âlemi gibiydi. Fransa’da ayrımcılık yasaları yoktu. Hatta Fransızlar I. Dünya Savaşı sonlarına doğru yanlarında savaşmış ve galibiyetlerine yardımcı olan Afrikalı - Amerikalı birlikler nedeniyle Afrikalı - Amerikalılara hayrandı. Onların beraberinde getirdikleri caz müziğine sevdalandılar. Josephine böyle bir ortamın içinde Paris’te parladı. Fakat bu, Fransa’da ırkçılık olmadığı anlamına hiç gelmiyor. Fransa’da da ABD ile karsılaştırılamasa da ırkçılık vardı. 1920’lerde birçok şehirde ‘Sömürge Sergileri’ düzenleniyordu ve burada Afrikalılar ‘hayvanat bahçesi’ misali replika köylerde beyaz ziyaretçilere ‘sergileniyorlardı’. Fransızlar, Josephine Baker’i da bir ‘vahşi’ olarak görüyorlardı, zaten bu yüzden ona çıplak dans etme rolü vermişlerdi. Fakat ‘vahşiliğe’ bir şekilde hayrandılar aynı zamanda. Özellikle sanatçı ve entelektüeller - Josephine sayesinde de - ‘vahşi’ denilen şeyin aslında ‘özgürlük’, ‘anti-konformizm’ ve ‘cüretkârlık’ da olabileceğini öne sürdüler. Bu sayede, Josephine bir anda skandal yaratan bir ‘yenilikçi’, ‘modernist’ oldu, olabildi Fransa’da.

Muz dansından insan hakları savunuculuğuna… Bu olgunluğa nasıl erişti?

Josephine, 1920’li yıllarda dünyanın en çok tanıdığı, bildiği bir yıldızdı. Buna karşın, 1936’da ilk olarak ülkesine, ABD’ye döndüğünde otellerde kendisine oda verilmedi. Nedeni siyahî olmasıydı. Bir yıldız bile olsa ırkçılıktan kaçamayacağını anladı. Bundan sonra hayatını iyice değiştirdi. Fransa’ya döndükten sonra II. Dünya Savaşı sırasında Nazilere karşı mücadeleyi başlatan Charles De Gaulle’un yanında direnişe katıldı. Yıldız olmasının avantajlarından yararlanarak Fransız Direnişi için casusluk yaptı. Savaştan sonra, kendi ülkesi ABD’deki siyahların insan hakları için mücadele etti. Hayatını ırkçılığa karşı mücadeleye adadı.

Farklı ülke ve dinlerden evlat edindiği 12 çocukla ‘Gökkuşağı Kabilesi’ dediği ailesini kurmuştu. Aralarında, Moise isimli Yahudi bir çocuk da vardı. Baker’ın bu çocukla ilgili hikâyesini okurlarla paylaşır mısın?

Josephine, 1950’li yılların sonlarına doğru farklı ülke ve dinlerden 12 çocuk evlat edindi. Bu çocukları Fransa’da bir şatoda büyüttü. Ailesine ‘Gökkuşağı Kabilesi’ adını taktı. Bunların arasında Japonya, Kore, Cezayir, Finlandiya, Kolombiya, Fildişi gibi ülkelerden getirdiği çocuklar da vardı. Her ‘ırkın’ her ‘dinin’ temsil edilmesini istiyordu ki, herkesin beraber yaşayabileceğine dair bir kanıt olsun. Aralarında Moise diye bir çocuk da vardı. Bu çocuğu Fransa’da bir yetimhanede bulmuştu, fakat çocuk hakikatten de Yahudi miydi, burası muallâk. Her halükarda Josephine onun Yahudi olmasına karar vermişti. Her çocuğun kendi dininde eğitim almasına dikkat ediyordu. Hatta bunun için Sintoist, Budist, Müslüman, Katolik, Yahudi ya da Protestan din adamlarını şatosuna getirtiyordu. Fakat bu bayağı zorlamaydı, çünkü çocuklar illa ki bu dine bir bağ hissetmiyorlardı. Bize anlatılana göre Moise, kendisine İbranice öğretmek için şatoya gelen hahamdan kaçarmış, hatta haham her geldiğinde şatonun havuzuna atarmış kendini. Yani Josephine bayağı uçuktu. Kendine göre, küçük çapta ‘ideal’ bir dünya yaratmak istemişti. Yine de, kardeşler bugüne kadar birbirlerine çok bağlı kaldılar. Bu bakımdan projesini başarmış diyebiliriz.

Belgeselde müthiş bir arşiv çalışması var, ayrıca filmin dokusuyla uyumlu günümüzde çekilen görüntüler de. İşin teknik yanlarından da söz eder misin biraz?

Belgesel, tamamen arşivler üzerine kurulu. Bu arşivleri önce bulmak gerekti; bunun için Josephine’in yazmış olduğu günlükler ve vermiş olduğu röportajlara baktık ilk önce. Seyahat etmiş, turneye çıkmış olduğu ülkelerin arşivlerine danıştık. Birkaç ülkede, daha önce hiç görülmeyen arşivler bulduk. Bilinen, tanınan arşivler de vardı tabii, çünkü Josephine o dönemin en çok fotoğrafı çekilen kadınıydı. Yalnız bütün bu malzemeye hayat vermek gerekiyordu. Birçok arşivimiz sinemanın hâlâ sessiz olduğu döneme ait. Örneğin, Josephine’in dans ettiği görüntüler sessiz. Onun hangi müziklere dans ettiğini bulmak için caz uzmanlarına danıştık. Bütün arşivlere ses montajı yaptık. Bu sayede neredeyse bir yüzyıl öncesi sanki bugün çekilmiş gibi olabildi. İstediğimiz de buydu.

Bugün yaşasa, Baker yine dünyanın tozunu attırabilir miydi, ne dersin?

Zannetmiyorum. Josephine’in hikâyesi 20. yüzyıla ait. Fakat ilginçtir ki, hikâyesi bugüne harika bir ayna tutuyor. 

Sana ikinci bir Josephine Baker belgeseli çekme şansı verseler bu kez nasıl bir film kurgulardın?

Aynen bu filmi yapardım.

 

İLANA NAVARO

İstanbul’da doğan İlana Navaro, New York’ta sosyoloji lisansını tamamladıktan sonra Türkiye’de, NTV’nin ilk kurulduğu yıllarda televizyon gazeteciliği yaptı. 2001’de Fransa’ya yerleşti ve bu tarihten itibaren Fransız televizyon (Arte, France 3, France 5) ve radyo kanalları (Arte Radio, France Culture) için belgeseller gerçekleştiriyor. Yapıtları arasında ‘Beni Almaya Geldiler’ (23’kurmaca, 2001), ‘Boksör Kızlar’ (52’, France 3, 2009), ‘Aşkla Küçük Anlaşmalar’ (52’, France 3, 2013) bulunuyor. İlham perisi ise etnik ve dini azınlıklar.

 

 

 

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün