Tanrı’nın emirlerini getirdim

Sina Dağı! Ah bir ağzı dili olsa da konuşabilse, orada yaşadıklarımı size anlatabilse. Çölde yıllarca dolaştıktan sonra Sina Dağında Tanrı’nın emirlerini aldım. Hepimiz çok çile çektik, dövüldük, savaştık, aç susuz kaldık ama inancımızı koruduk. Hele o kaynar güneşin altında yürümek, bir ağaç gölgesi bulabilmek için saatlerce dolaşmak… Bir damla su bulmak için kumları kazmak ya da bir vaha aramak... Her şey özgürlük ve Tanrı sevgisi/inancı adına yapılan, kutsal bir yürüyüştü…

Tufan ERBARIŞTIRAN Kavram
24 Temmuz 2019 Çarşamba

Kardeşlerim! Size nasıl anlatacağım, o beyazlığın içinde, hem korkuyla hem de gururla yürüdüğümü… Heyecanım vardı, evet. Tedirgindim, elbette. Ancak Tanrı’nın karşısına çıkmak çok da kolay değildi. Aşağıda bıraktığım soydaşlarım, benden umutla bir haber bekliyordu. Kutsal topraklara ne zaman varacaktık? Bu çektiğimiz çileler ne zaman bitecekti?

Kardeşlerim! Bizim kutsal kitabımızda şunlar yazar:

“Musa Tanrı’ya çıktı.” (Şemot/19/3-4)

İbraniler o zaman bunu anlayamadı belki ama sizler hemen anlayacaksınız. Tanrı’nın yanına çıkabilmek için öncelikle bir emek vermek gerekiyordu. Bu dünyadan kendimi arındırmış, Tanrı’nın ilahi soluğunu arayan bir bilge gibiydim. Kendisi’nden emir almanın onuruna erişecektim. Benden başka kimse dağa çıkmayacaktı. Yorulacaktım, ayaklarım acıyacak, belki kanlar akacaktı. Bedenim yorgunluktan bitap düşecekti. Bunların hepsi ve daha fazlası bile olabilirdi. Olsun, yine de kararlıydım.

Ve sonunda!

“Sina Dağı tümüyle duman salıveriyordu; zira Tanrı onun üzerinde ateşle açığa çıkmıştı. Dağın dumanı, bir kireç ocağının dumanı gibi yükseliyordu. Bütün dağ büyük bir şiddetle sarsıldı.” (Şemot/20/15-18) 

Kardeşlerim! Size o ilahi günü anlatacağım. Şimdi bu söylediklerimi okurken rahatsınız, sakinsiniz, belki de bazen sağa sola bakıyorsunuz. Benim neler yaşadığımı öğrendiğinizde, orada olmak ister miydiniz, diye kendinize bir sorun derim. 

Sina Dağının tepesi tamamen beyaz bir bulutla kaplanmıştı. Kimse içerisini göremezdi. Ayaklarım titrerken, bir yandan da içimdeki ses bana, “Yürü!” diyordu.

Dağı çıkmaya başladım… Arada sırada duruyor, geriye bakıyordum. Bu yolda geri dönüş yoktu. Tanrı, özgürlük ve inanç adına atıyordum her adımı.

Sonra ruhumun tatlı bir rüzgârla dolduğunu hissettim. Üşümüyordum. İnanır mısınız, kim olduğumu, arkamda kimleri bıraktığımı bile unutmuştum. Birkaç adım daha attım. Attım ama ayaklarım yürüyor muydu, yoksa yere değmeden mi gidiyordum? Bu dağ ilahi bir nefesle bezenmiş gibiydi. Yer gök inliyor, alevler fışkırıyor, koca dağ sallanıyordu. Kendimde değildim artık. 

Birazdan… Göz gözü görmez oldu. Katmer katmer yoğun bir beyazlığın içindeyim. Peki, ben… Ama bu nasıl olur? Bütün bedenim beyaza boyanıyordu.

O beyazlık, beni de kendine benzetiyordu. 

O nasıl bir duygu, nasıl bir görüntüydü? Yürümüyor, sanki yavaşça ayaklarım yerden kesilmiş, adeta uçuyordum. Şimdi biliyorum ki bu beyazlık, saflık ve temizlik demekti. Öncelikle ben de bu beyazlıkla yıkanıp arınacaktım. Ancak o beyazlık, sadece bir görüntü değildi. Benim içimde geziniyor, yanımda uçuyor, bazen beraber oluyoruz, bazen de o beyazlık katmer katmer açılıyor, yeniden birleşiyordu. Sonrası mı? Şimdi kapatın gözlerinizi ve beni o yoğun beyazlığın içinde bir düşleyin...

Her yer beyaz… Kendimi bile göremiyorum… Beyaz yoğunluk, sanki benimle arkadaş oluyor... Gözlerim kamaşıyor… Uzaklardan bir yerden, gökyüzü açılıyor sanki ama mavilik yerine beyazlık hâkim… Oradan da geçiyorum…  Artık tamamen beyaz bir renk oldum. Bedenim, ruhum, her şey gibi bir beyazlık! Şimdi anlıyorum, o beyazlık sonradan… İnsan aklının anlaması mümkün olmayan bir şey yaşadım. Beyazlığın içinden bir ses mi duyuluyordu, yoksa sesler görüntüye mi dönüşüyordu? Harfler… Bizim harflerimiz… Onları görüyordum. Ama gözlerim kapalıydı belki de açıktı. Bilemiyorum. Üstelik her taraf yoğun bir beyazlıktı. Sesler geldi gözlerimin önüne. Sesler, harflerle birleşti. Sonra bunlar kutsal emirlere dönüştü. Ben yerde değildim, havada değildim, neredeydim öyleyse? Burası başka bir âlem miydi? Her yer, tek renk olmasına rağmen, yine de harfleri görüyordum. Onları okuyabiliyordum. Her bir harf, bir diğeriyle birleşiyor, bir sözcük oluşuyordu. Hani tatlı bir rüya görürsünüz de tek rengin içinde uçarsınız, o renkle bütünleşirsiniz ya, işte öyle bir güzelliğin içindeydim. Yani gerçekle, rüya iç içe geçmişti diyebilirim.

Ya bedenim? Ellerim… Ayaklarım… Ben bir hiç olmuştum. Neredeydim, kimdim, nereye gidiyordum? Bütün bedenim yok olmuştu. Yokluğun içinde, bir varlıktım artık. Hiçliğin yarattığı yeni bir beden mi olacaktım? Gözlerim kapalı mıydı, yoksa kör mü olmuştum? 

Nihayet!

Ve ben anlamıştım neler olduğunu. Tanrı’nın kutsiyetiyle arınmıştım. Beyazlık içinde bütünleşen, gözleri kapalı olmasına rağmen görebilen, civarda hiçbir gürültü yokken, bambaşka sesleri duyabilen biriydim. Kim bilir belki de bir insan bile değildim artık. Ruhani anlamda bir yerlere uçmuştum, orada dünyevi her şeyin kaybolduğu, sonsuz bir dinginliğin ortasındaydım. Bu duygu nasıl anlatılabilir ki? Benim açımdan eşsiz bir deneyimdi. Oradayken var mıydım, yok muydum, inanın hâlâ bilemiyorum. Sessizlik vardı, evet. Ama bu dünyadaki gibi değil. O yaşa kadar duyduğum hiçbir sese benzemiyordu bu duyduklarım. Başka bir sese benziyordu. Açıklanamazdı asla! Hiç rüyanızda bile olsa, bir sesi hem duyup hem de duymamak arasında kaldığınız oldu mu? Elbette, size katılıyorum. Hiç olmadı, diyeceksiniz. İşte orada yaşadığım böyle bir şeydi.     

Kardeşlerim! Tanrı bana özel bir misyon yükledi. Ancak gördünüz ki öncelikle benim vizyonumu yarattı, ardından Emirlerini iletti. Sakın ola ki benim yaşadıklarımı, bir masal ya da uyduruk bir hikâye gibi görmeyin. Binlerce yıl öncesinden, bugünlere kadar ulaşabilen bir tanıklığın sözleridir okuduklarınız. Tanrı’nın kutsal Emirlerini aldım ve size ilettim. Onları korumak, yaşatmak, yaşanır kılmak sizin elinizde artık. Yaşamınız boyunca yapmanız gereken her şeyi yazıya döktük.

Kardeşlerim! Binlerce yıldır ezildiniz, aşağılandınız, yakıldınız ve öldürüldünüz. Artık yeter! Size vaat edilen kutsal topraklarda özgürsünüz… Bunun iyi kavrayın, asamla nasıl ki Kızıldeniz’i ikiye ayırdım, sizlerin inancı da böylesine kuvvetli olmalı. Tanrı’yla yüz yüze konuşabilen, dini inancınızı size aktaran, bunları yazıya döken biriyim. Varlıkla yokluk arasında sıkışıp kalan, ne yapacağını bilemeyenlerden olmayın sakın! Sizin dini inancınızı, tarihinizi, yapmanız gerekenleri, atalarınızı, peygamberlerinizi yazıya dönüştürdük. Ancak bu yazılanları okurken, mistik bir masal gibi okumayın. Tarihinize ve inancınıza güvenerek okuyun.

Kardeşlerim! Yaşadıklarımın bazılarını bilmeniz gerektiği kadar anlattım. Günümüzün rahatlığı sizi yanıltmasın. Geçmişte yaşananlar sayesinde, bu rahatlığınız ve zenginliğiniz... Ancak geçmişinizi unutursanız, işte o zaman her şey başa döner ve neler olacağını kimse bilemez…

Hey gidi Kızıldeniz, nasıl da salına salına akıyorsun. Bak yine geldim yanına, buradayım ve seninle dertleşiyorum işte. Şimdi yaşlı bir adam oldum. Bedenim bu dünyaya ait değil artık. Bambaşka bir yerden bakıyorum, o güzelim mavi sularına… En iyisi kalkayım, çok konuşmaktan yoruldum, geldiğim yere dönmeliyim. Yakında kardeşlerimle yeniden görüşeceğim. Haydi, hoşça kal…

 

 

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün