Geçen mevsimin en iyi oyunları - IV

Geçen mevsimin bir özelliği de, birbirinden ilginç çok sayıda tek kişilik oyunlardı. Bu yazıda çok iyi yazılmış, çok iyi sahnelenmiş birbirinden heyecan verici dört mono dramadan söz edeceğim.

Erdoğan MİTRANİ Sanat
31 Temmuz 2019 Çarşamba

Firuze Engin, kült statüsüne erişmiş filminden değil, asıl kaynağı olan Yusuf Atılgan’ın Anayurt Oteli romanından yola çıkarak, yaratıcısının sesinden tanımış olduğumuz karakterin iç ve dış dünyasını kendi ağzından anlattığı ‘Zebercet’ adlı tek kişilik bir uyarlamada karar kılmıştı. Gerek Firuze Engin, gerekse oyunu yöneten, İKSV Uluslararası Film Festivali’nin çok sevilen direktörü Kerem Ayan, karakteri Ömer Kavur – Macit Koper ikilisinin elinden çıkan donuk, iletişimsiz ve mesafeli biri olarak değil, tabii ki tedirgin edici derecede sorunlu, ancak sorunlarını seyirciye aktaracak, nerdeyse onlarla paylaşacak kadar samimi bir kişilik olarak var ediyorlardı. Tabii ki, oyunun en büyük kozu Zebercet’i var eden Halil Babür’dü. 1987 doğumlu bu ufak tefek genç adam, ödüller almış bir oyun yazarı, müzisyen, şarkıcı, lisanslı futbolcu, ‘Largo Desolato’dan beri canlandırdığı her karaktere derinlemesine uyum sağlamış fenomen bir oyuncu. Zebercet’i bir yandan kendine mal ederek, bir yandan da neredeyse bilinçaltına kadar izleyicilere açarak canlandırıyordu. Bir yorganla temizlikçi kadını, bir ‘kirli’ havlu ile horoz döğüşünü gözle görünür biçemde var eden Ayan’ın usta işi sahnelemesinin tüyler ürpertici finalinde Zebercet’in, ayağını yerden kesmeden, ipe ilmiğe gerek kalmadan kendini asması unutulur gibi değildi.

İlk kez ‘Korku Tüneli’nin nefes kesici Presley yorumuyla hayran olduğumuz Murat Mahmutyazıcıoğlu, peşinden, sarhoş din adamından  ‘drag queen’e çok sayıda karaktere getirdiği inandırıcı ve gerçekçi yorumlara kuşağının en iyi oyuncularından biri olarak belleklerimizde yer etmişti. Zamanla, dört dörtlük aktörlüğünün yanında, dekor, ışık ve afiş tasarımcısı, yönetmen, müzisyen ve özelikle ‘Fü’, ‘Aynur Hanımın Bebeği’, ‘Sen İstanbul’dan Güzelsin’ ve  ‘Sevmekten Öldü Desinler’ gibi birbirinden güzel oyunların yazarı olarak aynı derecede başarılı, on parmağında on marifet bir sanatçı olduğunu keşfetmiştik.

Yazıp yönettiği son oyunu ‘Kader Can’, kanımca son yıllarda Türk Tiyatrosunda yazılmış en güzel beş-altı oyundan biri olan ‘Sen İstanbul’dan Güzelsin’ çizgisini daha da ileriye götüren, tek kişilik ‘monodrama’ kavramını,   ‘meddah’la zenginleştiren müthiş etkileyici bir aşamaydı. Kader Can’, biraz varoş biraz bıçkın rapçı İstanbul çocuğu Kader Can’ın ayrıntılı askerlik öyküsünü, zarif bir mizah duygusuyla, çok sayıda karakter üzerinden aktaran çok keyifli bir oyun. Yönetmen Murat Mahmutyazıcıoğlu ‘Kader Can’ı çağcıl hikâye anlatıcılığı ile fiziksel tiyatro unsurlarını bizim geleneksel meddah anlayışıyla harmanlayan etkileyici bir yorumla sahneliyordu. Oyunun asıl büyük kozu, 90 dakika boyunca izleyiciyi, bir an bile kopmasına izin vermeden öyküye kaptırıp götüren Deniz Karaoğlu, kimi zaman bir bakışla, bir gülümsemeyle, kimi zaman bacaklarını toplayıp dudaklarını büzerek, kimi zaman mabadının üzerinde bir tur atarak tüm karakterleri, en ufak ayrıntılarına kadar benzersiz bir çoklu oyunculukla ayrıştırıyordu. Kader Can’dan sevgilisine, annesinden mahallenin bakkalına, Ankaralı taksi şoföründen askeriyedeki komutana, kıdemli askerden acemi çaylağa, ‘poşetlere’, bütün karakterleri sadece yüzü, sesi duruşu ve bedeni ile üstelik onlarla diyaloglara girişerek var etmekle kalmıyor, değme sokak dansçısını kıskandıracak kadar iyi hip hop yapıyor, rap söylüyordu. Kazandığı ödüllerden daha da fazlasını hak eden müthiş bir performanstı.

‘Yaralarım Aşktandır’

Tiyatro kökenli ödüllü film ve dizi oyuncusu Nazan Kesal, aralıklı da olsa tiyatroyu da ihmâl etmiyor. Geçen mevsimde, 25 yıldır kalbinde taşıdığı bir hikâyeyi, Furuğ Ferruhzad’a can verdiği ‘Yaralarım Aşktandır’ oyunuyla seyircilerle paylaşmıştı.

Ölüm anının ardında başlayan ‘Yaralarım Aşktandır’da, kendi ârafında toprağa emanet edilmeyi bekleyen Furuğ Ferruhzad, ömrünün şiirini Nazan Kesal’ın ağzından fısıldıyordu.

Şebnem İşigüzel’in öyküyle, Hasim Hüsrevşahi ve Onat Kutlar’ın çevirilerinden seçilen şiirleri iç içe geçirerek yazdığı, yaşandığından yarım yüzyıl sonra sadece İran’da değil bizde de hâlâ geçerli metni çok başarılıydı. Yönetmen Berfin Zenderlioğlu, ‘Cambazın Cenazesi’nden beri daha da geliştirdiği modern meddah tarzı ve epey ekonomik olarak kullandığı ışık /gölge oyunlarıyla görselliği zenginleştirmekle yetinerek anlatıcısını öne çıkaran müthiş yalın bir yorum seçmişti.

Artık yaşamayan ama mollalar namazını kılmayı reddettiği için toprağa da verilememiş, var olamayan ama gidemeyen kadının öyküsünü Nazan Kesal, seyirciye interaktif bir tonlamayla, kimsenin yıkamadığı cenazesini kendi yıkayarak aktarıyor. Çağcıl bir meddah olarak, yaşamına giren çok sayıda kişiyi canlandırırken, mendil yerine kullandığı örtünün, çarşaftan başörtüsüne, örtüden bebek Kamyar’a dönüşmesini izlemek heyecan verici. Anlatıdan şiire, şiirden anlatıya fark ettirmeden, yumuşacık geçişleriyle, şiirleri metne bağlamanın ötesinde öyküyle bütünleşmelerini sağlıyor.

Proje direktörlüğünü Ahmet Sami Özbudak’ın yaptığı, tiyatro adına sağlam ve etkileyici çalışmalardan oluşan ve tiyatroyu sahne dışına taşırarak yaşamın ta kendisine indirgeyen, ‘Balat Monologlar Müzesi’ ilk kez karşımıza çıktığı 2016’dan bu yana yeni metinler ve yeni sahnelemelerle devamlılık kazanmış durumda.

Monologlardan Salihcan Sezer’in yazdığı ‘Mutluyum Çünkü Burada Uçaklar Yok’, Suriye’den kaçıp gelmiş bir genç adamın Balat sokaklarında ağabeyine (ya da ölmüş ağabeyinin hayaletine) rastladığında kendi hikâyesini yeniden yaşamasını ele alan çok etkileyici bir kısa oyundu. Metnin aktarabileceği potansiyelinin farkında olan Salihcan Sezer, olayı daha gerçekçi bir temele oturtarak 50 dakikalık yalın ve çok sağlam bir tek kişilik oyuna dönüştürmüştü: ‘Ben Cuma’  

Pınar Çağlar Gençtürk’ün yönettiği, Cuma’yı ‘Balat Monologlar Müzesi’nde de yorumlamış olan Adnan Devran,  oyunda Suriyeli Cuma’nın öyküsü, yaşayıp yaşamadığını bilmediği, (ya da öldüğünü kabullenmek istemediği) ağabeyine medya üzerinden ulaşabilmek için çekmekte olduğu video kaydından izleniyor. Görselliği, video projeksiyonları ile hareket kazanan etkileyici çalışmanın can damarı, bir yandan bütün bedeniyle Cuma’nın kamera karşısındaki beceriksizliğini verirken, bir yandan da öyküsünü içtenlikle, yaşayarak ve yaşatarak anlatan Adnan Devran. Öğrencilik yıllarından beri çok yetenekli bulduğum 1992 doğumlu genç oyuncunun şive çalışması da çok başarılı. 

Dansa en fazla yer veren Moda Sahnesinde ‘Balerin’

Mekânında dansa en fazla yer veren tiyatrolardan Moda Sahnesi, bir süredir repertuarına, ‘Dans Tiyatrosu’ başlığı altında Tasarım, Yönetim ve Koreografisini Bedirhan Dehmen’in üstlendiği, Kemal Aydoğan’ın Proje Danışmanlığını yaptığı, iki yeni çalışma kattı.

Ulusal ve uluslararası projelerin koreografisini yapan, MGSÜ Sahne Sanatları Bölümü Çağdaş Dans Anasanat Dalı öğretim üyesi1978 İstanbul doğumlu Dehmen’in deneyimiyle, çalışmalara birlikte giriştiği, klasik ve modern dans alanında uluslararası yarışmalarda Türkiye’yi çok kez temsil etmiş olan, İstanbul Devlet Opera ve Balesi baş dansçılarından, onun gibi 1978 İstanbul doğumlu İlke Kodal’ın yaratıcılığının iki ürünü, ‘Balerin’,  ‘Maraton’, Moda Sahnesi’nin büyük salonunda sahnelendi. 

Dehmen ve Kodal, ‘Balerin’de şablonlaşmış, tekdüzeleşmiş ‘balerin’ algısını kırarak, büyüleyici ve kusursuz imajın arkasındaki insanı, mükemmeliyeti kadar hataları, korkuları, kusurlarıyla sahneye taşıyorlardı. Otobiyografik öğeler de içeren, bedensel ve psikolojik katmanların iç içe geçtiği, dans, bale ve tiyatronun kesiştiği bu müthiş yaratıcı çalışmanın yaratıcısı İlke Kodal, hem dansçı hem oyuncu olarak sahnede. Bir yandan balerini sahne üzerinde seyircinin gördüğü haliyle izletiyor, diğer yandan da onun kendisiyle yüzleşmek zorunda olduğu iç dünyasını açığa çıkarıyordu. 20 yıldır canlandırmış olduğu karakterleri peş peşe, neredeyse soluk almaksızın aktarması olağanüstü. Birinden ötekine her geçişte, sadece beden dili aracılığıyla anında farklı kişiliğe bürünüyordu.

Horace McCoy’un ‘Atları da Vururlar’ romanıyla Sydney Pollack’ın aynı adlı sinema uyarlamasından özgürce esinlenen ‘Maraton’, “içinden geçtiğimiz çalkantılı ve tekinsiz dönemde bugünün Türkiye’sine dair sözü olan ‘buralı’ bir iş yapma fikri” ile yola çıkarak, olayın salt özüne ulaşmak amacıyla üç kişilik bir yaratıcı kadro (dansçı olup oyunculuk da yapabilen ‘Balerin’in balerini İlke Kodal, oyuncu olup dansa da açılabilen ‘Joko’nun Doğumgünü’nün Joko’su Tolga İskit ve oyuncu-şarkıcı olup gerektiğinde dans da edebilen  ‘Hedwig ve Angry Inch’in Hedwig’i, Yılmaz Sütçü ve canlı bir orkestra ile sahneleniyordu.

Yeni Türkiye’nin, ekonomik krizin, kitlesel manipülasyonun, yerli ve milli popülizmin temsilcisi olarak yarışmayı yöneten, dilinden insanlığı düşürmese de, elinde kırbacıyla hayvan terbiyecisi edasıyla dolanan Yılmaz Sütçü’nün sunucusu, şarkıları dansları, yüzüne yapışmış sahte tebessümü, seyircilerle kurduğu yapay iletişimi, gösterişli nezaketinin altında yatan ve ara ara su yüzüne çıkan şirretliğiyle dört dörtlük bir ‘queer performance’tı. İlke Kodal ile Tolga İskit, iki yarışmacının inanılmaz tempolu başladıkları andan, ölümcül yorgunluktaki 39. güne, umuttan umutsuzluğa uzanan yolculuğu müthiş inandırıcılıkla yaşatıyorlardı. Yorgunluklarını, bıkkınlıklarını, uykusuzluğun getirdiği halüsinasyonları, tek bir söz bile söylemeden izleyiciye aktarıyorlar. Hiçbir dans deneyimi olmaksızın bu role girmeyi başaran Tolga İskit, özel bir tebrik hak ediyordu.

Haftaya bir başka ‘en iyiler’ yazısında buluşmak üzere…

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün