Rıfat Bali´nin ‘This Is My New Homeland III’ kitabında İngilizce yayınlanan hayat hikâyesini okuduktan sonra kendisiyle röportaj yapmaya karar verdiğim Marsel Meşulam, Şikago’da yaşayan bir nöroloji profesörü. Alanında yeni bir metot geliştiren ve adına bir Alzheimer Merkezi kurulan Meşulam’ı daha yakından tanıyalım…
İstanbul’da geçen çocukluk yıllarınızdan ve aile fertlerinizden bahseder misiniz?
Kadıköy Yeldeğirmeni’nde orta halli bir ailede doğdum. İlkokula Kadıköy’de başladım. Sonraları Teşvikiye’ye taşınınca, ilkokulu Şişli Terakki’de bitirdim. Babamın babası antikacı idi. Annemin babası son Osmanlı sultanı döneminde Duyun-u Umumiye’de devlet memuru idi. Annemin büyük amcasının, Pera Palas’ta Atatürk ile poker oynadığı ve ailenin ünlü Kamondo Kontesi ile akrabalıkları olduğu hakkında söylentiler vardı. Ben doğduktan sonra babamın işleri iyi gitmeye başlamış. Ailenin ilk çocuğu olarak refah içinde büyüdüm. Suadiye’de bahçeli yazlık bir evimiz vardı. Polonyalı bir şoför beni okula götürürdü. Sürgünde olan bir Rus prensi bana tenis ve eskrim öğretirdi. Legion d’Honneur’lü bir şövalye de bana Fransızca dersi verirdi. Kaçakçılar bizim eve Hazar havyarı ve İran halıları getirirdi. Kuyumcular anneme seçmesi için kadife kutularda kıymetli taşlar getirir ve ayakkabıcılar ayak numaramızı ölçmek için eve gelirdi. Bu lüks yaşam şimdi Bin Bir Gece Masallarını andırıyorsa da, o günlerin İstanbul’unda orta halden refah seviyesine tırmanan aileler arasında çok ender sayılmazdı.
Çocukluğunuzda Yahudi dini ve gelenekleri uygulanır mıydı?
Annem ve babam benimle Fransızca konuşurlardı. Söylediklerini anlamamı istemediklerinde ise Türkçe ve Ladino konuşurlardı. Babamın ailesi dindardı. Büyükbabam beni Haydarpaşa Sinagoguna götürürdü. Hahamın kürsüsünün yanında, birinci veya ikinci sırada otururduk. Evde bütün önemli dini bayramları kutlar, Pesah’ta matsa yerdik. Kipur günü hariç pek sinagoga gitmezdik. Bar Mitzva’mı sinagogda yaptım.
Robert Academy’deki yıllarınızı, okuldaki faaliyetlerinizi ve The Bosphorus gazetesindeki çalışmalarınızı anlatır mısınız?
Robert Academy’de okurken, Türk Edebiyatı ve Tarihi dahil her konuda sınıfın birincisiydim. Öğrenci konseyi başkanı ve okul gazetesi The Bosphorus’un baş editörüydüm. 1960 darbesinden sonra, okulumuzu ziyaretleri sırasında Orgeneral Cemal Gürsel ve Albay Alparslan Türkeş ile gazetemiz adına röportaj yaptım.
Belki, okula bu kadar önem vermemin bir nedeni, aileme ve kendime Varlık Vergisinin ve 6-7 Eylül Olaylarının arkasında yatan ırkçılığın artık geçmişte kaldığını ve modern Türkiye’de bir Yahudi öğrencinin Müslüman Türk öğrencilerden daha iyi notlar alabileceğini ispatlamaktı. Belki de sadece dersleri sevdiğim için notlarım hep iyiydi.
İstanbul’da güzel bir yaşantınız olmasına rağmen, gençlik yıllarınızda Amerika’ya gitmek istemenizin nedeni neydi? Amerika’daki ilk yıllarınızı anlatır mısınız?
Gençlik yıllarımda İstanbul’da çok güzel bir yaşantım vardı. Maddi yönden rahattım ve çok iyi arkadaşlarım vardı. Kışın ders çalışır, yazın ise sabahlara kadar briç oynar, denize girer, uzun sohbetlere dalar, tembel saatler geçirirdik.
Şimdi kendime soruyorum: Bu kadar güzel bir yaşantım varken neden gittim? Belki de birçok arkadaşım yurt dışına gittiği için gittim. O zamanlar yurt dışında okumaya gitmek moda idi. İstanbul’da kalıp ilerde babamın işini devam ettirmek olasılığını düşünmek hayallerime ters düşüyordu.
Harvard, Yale, Columbia ve MIT üniversitelerinin dördüne de kabul edildim. Boston’da Harvard üniversitesine girmeye karar verdim. O yıllarda taşra sayılan Boston’a adapte olmak benim için zor oldu. İlk yıl çekilen bir resmimi gören babam ölümcül bir hastalığa yakalandığımı zannettiğinden bu konuyu dekanla görüşmüş. Çok iyi oda arkadaşlarım olduğundan bu sıkıntıyı da kısa sürede atlattım. Bana ‘The Turk’ diyorlardı. Boston’da hep ders çalıştım, yaz aylarını da İstanbul’da tembellik yaparak geçirdim.
Harvard mezuniyet törenimizde Rıza Şah Pehlevi konuşmacısı olmuştu. Mezuniyet gününde bir fırtına çıkınca Boston’a gelen annem babam töreni kapalı devre televizyonundan izlemek zorunda kalmışlardı.
Hangi bölümü seçmek istediğimde kararsızdım. Fizik, edebiyat, ekonomi ve psikolojiyi denedim. Freud’a aşık oldum; bütün yazdıklarını okudum, ancak zihin ile beyin arasındaki bağlantıya psikanalizden daha fazla önem veren bir sahada çalışmaya karar verdim. Bu düşüncem nörolojiye yönelmeme sebep oldu. Harvard Tıp Okulunun Nöroloji Bölümüne girdim.
Harvard Tıp Okulunu bitirip 40’lı yaşlarda profesör oldunuz. Nöroloji alanında yeni bir metot geliştirdiniz, sizin adınızla anılan bir Alzheimer Merkezi kuruldu. Çalışmalarınızı özetler misiniz?
Çalışmamın ana merkezi zihinle beyin arasındaki ilişkileri aydınlatmak. Beyin bağlantılarını araştırmak için yeni bir metot geliştirdim ve bu yaklaşımı algı, duygu, bellek ve lisan gibi işlevleri mümkün kılan büyük ölçekli sinir ağlarını tanımlamak için kullandım. Alzheimer hastalığında seçici olarak tahrip edilen ve kimyasal bir sinyalizasyon sistemi olan kolinerjik sistemin bağlantı haritasını oluşturdum. Maymunlarda deneysel nöroanatomi ve insanlarda fonksiyonel görüntüleme kullanımı sayesinde, dikkat ve mekansal yönelimde yer alan beyin sistemlerini tanımladım. Meşulam Hastalığı veya Birincil İlerici Afazi olarak bilinen bir sendromun ilk modern karakterizasyonunu sağladım. En gurur verici başarım yetiştirdiğim genç kliniksyenler ve araştırmacılar. Birçoğu şu anda Türkiye’de çalışıyor.
Mahsuru yoksa özel hayatınızı da sizden dinleyelim
Hayatımın ilk yirmi yılında geri dönmeyi düşündüm. Türkiye’de askerliğimi yaptım, İstanbul Üniversitesinde nöroloji ve psikiyatri sınavlarını geçtim, hatta kızımızın Türkiye ile bağlantısı olması için ilk eşim Bess’i hamileliğinin son aylarında Türkiye’ye gelmeye ikna ettim. Kızımız Semra doğduğunda Türk pasaportu ve vatandaşlığını aldı. Semra Boğaziçi Üniversitesinde birkaç ay staj yaptı, Harvard Üniversitesi’ndeki ‘Türk toplumlarında Alzheimer’ başlıklı antropoloji tezini yazdı ve Harvard Öğrenci Birliğinin hazırladığı Let’s Go serisi için ‘Türkiye’de Seyahat’ kitabını yayınladı. Şimdiki eşim Sandy ile Semra’yı yaz tatillerinde Türkiye’ye götürürdük. Arkadaşlarımız ve ailemin bize gösterdiği misafirperverlik sayesinde bu seyahatlerden büyük zevk alırdık. Sandy ile halen en azından yılda bir kez Türkiye’ye gideriz. Nöropsikoloji dalında profesör olan eşim ve ben Türkiye’de konferanslar veririz. Ayrıca kız kardeşim Vivet’i ve çocukluk arkadaşlarımı da ziyaret ederim. Kız kardeşim anılarını 2009 yılında ‘Rüzgârla Savrulan Yıllar’ başlıklı bir kitapta yayınladı. Kızım Semra kamuda avukatlık yapıyor. Harvard’daki sınıf arkadaşı Kris ile evlendi ve bize Siri ve Julian adında iki torun verdiler. Torunlarımı İstanbul’a götüreceğim günü dört gözle bekliyorum. Eşimle artık zamanımızın daha az bir bölümünü işe vermeyi düşünüyoruz. Bu arada, Michigan’da bir nehir kıyısında bir köy evi aldık. İstanbul’da doğmuş biri olarak su kıyısından uzakta kendimi rahat hissetmem.
Uzun süre Yahudilikten uzak kalmanıza rağmen, yeniden Yahudi geleneklerini uygulamaya başladınız ve hatta kızınızın Bat Mitzva’sını kutladınız. Bu değişime sebep olan şey neydi?
Eşim Sandy ve ben Yahudi geleneklerinden uzak kaldık. Mısır’dan çıkışın atalarımız için anlamını düşünerek Pesah’ı dinle alakası olmayan tarihsel bir olay olarak kutlayabilirdik ama yapmadık. İlk eşimin Yahudi geleneklerinin esaslarını Semra’ya geçirmesi beni çok memnun etti. Semra’nın Bat Mitzva yapması bizi çok gururlandırdı. Torunlarım Yahudi köklerinin bilincinde yetişiyorlar.
Amerika’da başarılı ve güzel bir hayatınız olmasına rağmen, İstanbul’dan kopamadınız, İstanbul’u hayatınızdan çıkarmadınız. Bu konuda neler söyleyebilirsiniz?
Türkiyeliyim ve İstanbulluyum. Düşünce şeklim, damak tadım, zevklerim, özlediklerim, mizahi görüşüm, en yakın arkadaşlarım hâlâ İstanbullu. İstanbul ve Türkiye değişti. Bazı değişiklikler üzücü, ama doğduğum ve ailemin silinmez izlerini taşıyan toprağa bağlılığım değişmedi.