TOY İstanbul’da iki yeni oyun ‘Yak Bunu’

“Opera değil bu, hayat. Aşklar neden hep trajik olmak zorunda o zaman?”

Erdoğan MİTRANİ Sanat
30 Ekim 2019 Çarşamba

B Planı & TOY’un yeni ortak yapımı, Amerikalı yazar Lanford Wilson’un kaleme aldığı, Sami Berat Marçalı’nın çevirdiği ve yönettiği ‘Burn This / Yak Bunu’ adlı oyun.

Wilson (1937 – 2011), yapıtları tüm dünyada defalarca sahnelenmiş, çok sayıda ödül almış ünlü bir oyun yazarı. 1969’da Marshall W. Mason ile birlikte Circle Repertory Company’yi kurmuş, çok sayıda oyun yazmış. Birçok çağcıl operanın librettosu da onun elinden çıkma. İlk oyunlarından itibaren, Off-Off-Broadway’in gelişmesine büyük destek veren Wilson, Off-Off-Broadway’den, Off-Broadway’e, oradan da Broadway ve ötesine ulaşabilmiş az sayıda sanatçısından biri.

1986’da yazıldığından bu yana geçen yıllara karşın, en ufak bir kırışığı bile olmayan, taptaze kalmış ‘Burn This / Yak Bunu’ Modern Amerikan Tiyatrosunun zamana en iyi direnen klasiklerinin başında yer aldığından, ilk kez 1987’de seyirci karşısına çıktığından beri defalarca sahnelenmiş. İlk oynandığında Anna ile Pale’i Joan Allen ile John Malkovich üstlenirken, sonraki yıllarda ikiliyi Catherine Keener ile Edward Norton, Elisabeth Shue ile Peter Sarsgaard ve 2019’da Keri Russell ile Adam Driver gibi ünlü oyuncular canlandırmış. Bu yapımların 1980’li yıllarda yorumlanmalarına karşın, oyunu Türkiye’de sahneye koyan Sami Berat Marçalı, bu müthiş güncel kalmış metni hiç ellemeden, sadece çağcıl kostümler ve döneminkiler yerine cep telefonları kullanarak günümüze getirmeyi yeğlemiş. Çok da iyi yapmış.

Eşcinselliğini açıkça yaşamış olan Wilson, birçok oyununda olduğu gibi, dört yalnız insanın, paylaştıkları bir trajediyle yüzleşmeye çalışırken, yaşamlarına, ilişkilerine, kimliklerine bir anlam aramaya çabalarına odaklanan ‘Yak Bunu’da da, cinsel kimlik sorunlarına değiniyor.

Bot kazasında boğulan genç eşcinsel dansçı Robbie ve sevgilisi Dom’un cenaze töreninden kısa bir süre sonra, Robbie’nin, Aşağı Manhattan’daki loftundayız. Robbie’nin dans partneri, ev arkadaşı ve koreografı Anna, yakın arkadaşı gey reklam müdürü Larry ve Anna’nın uzatmalı sevgilisi senarist Peter, dostlarını yitirmenin acısın paylaşmaktadır. Çok sevdiğimiz birini kaybettiğimizde onu aslında ne kadar tanıyoruz diye kendimizi sorgulamaz mıyız?  Robbie’nin ailesiyle ilk kez cenazede karşılaşmış olan Anna da, acısı içini yakan sevgili arkadaşının arkasından ağlayanların onun cinsel kimliğinden haberdar olmayışlarına, onu bir kez bile dans ederken görmemiş olmalarına isyan etmektedir. Üçlünün medeni bohem yaşamının içine, Robbie’nin eşyalarını almaya gelen kokainman lokanta müdürü abisi bir bomba, bir doğal afet gibi düşer. İnsanların kendilerine karşı bile açık ve şeffaf olmayışları ‘Yak Bunu’da bir leitmotif gibi durmaksızın karşımıza çıkar. Ailenin bütün fertleri gibi, Robbie’nin gey olduğunu bilmesine karşın, aynen onlar gibi bilmezmiş gibi davranmış olan Pale, artık kardeşiyle yakınlaşamayacağının, onu ne kadar sevdiğini gösteremeyeceğinin bilinciyle,  keder ve suçluluk duygusundan çılgına dönmüş gibidir. Kendine olan kızgınlığını, bağırıp çağırarak, etrafa saldırarak bastırmaya çalışan birçok heteroseksüel Amerikalı erkek gibi, biraz şiddette meyilli, biraz da zorba Pale’in maço çekiciliği Anna’yı etkiler, onunla neredeyse anında ilişkiye girişir…

Sami Berat Marçalı, elindekinin klasik bir aşk düeti değil, yalnızlık üzerine acılı bir kuartet olduğunun bilinciyle, derinlemesine incelediği dört karakterine de aynı derecede önem vererek, metni müthiş incelikli bir oda müziği partisyonu olarak yorumluyor.

Tempoyu düşürmemek ve seyirciyi olaylardan koparmamak için, iki perde olarak yazılmış oyunu hiç ara vermeden izleten Marçalı, iki bölüm arasında geçen zamanı çok parlak bir buluşla, ekibin dörtlü valsıyla veriyor. Oyuncuların yüzlerini, cinsiyet farklarını yok eden birbirinin aynı maskelerle gizleyerek, Şostakoviç’in Suite for Jazz Orchestra’sının ünlü valsının eşliğinde, kadın ve erkek rollerini değişe değişe üstlenerek yaptıkları koreografisi Melis Erkaçan’a ait bu nefes kesici vals, karakterlerin yalnızlığın ve yaşamın güçlüklerinin karşısında nasıl, cinsiyet ve kişilik ayırımı yapmaksızın, birbirinin yerine geçebilir olduklarını da başarıyla vurguluyor.

Oyunun birbirinden destek alan, birbirini tamamlayan dört oyuncusu, her sazın değerinin aynı olduğu, herhangi birinin en ufak aksamasının müziğin tümünü berbat edebileceği oda müziğindin dört müzik aleti gibi olağanüstü bir ekip oyunu sergiliyor. Birkaç yıl önce ‘Burada, Bugün’de hayran olduğum Büşra Develi, duyarlı Anna’nın giderek kendini bulduğu zorlu içsel yolculuğuna kusursuz bir yorumla an be an yaşatıyor. Metni yıllarca önce keşfettiğinde Pale’i oynamayı hayal eden ancak o zamanlar bunun için çok genç olan Hakan Kurtaş, artık yaşının tuttuğu bu karakterde müthiş. Makineli tüfek gibi konuşması, dört dörtlük oyunculuğu, başarılı beden dili bir yana, sahneye girdiği an geçirmeye başladığı yoksunluk kriziyle de olağanüstü inandırıcı. Toprak Can Adıgüzel minimumda tuttuğu dozunda ‘kırık’ beden dili ile çok iyi. Sertan Erkaçan, içindekileri rahatlıkla dökermiş gibi bağırıp çağıran üçlüye göre çok daha dengeliymiş gibi duran, ancak en az onlar kadar kırılgan Peter’i başarıyla yorumluyor.

Yılın üzerinde en çok konuşulacak, en önemli oyunlarından biri olmaya aday çok başarılı bir çalışma. Kaçırmayın derim. 1, 2, 8, 9,15, 22 Kasım ve sezon boyunca Toy İstanbul’da

 

‘Hipokrat’

“Mesleğimi vicdanımla, onurumla ve iyi hekimlik ilkelerini gözeterek uygulayacağıma dair yemin ederim”

(Hipokrat Yemininin Dünya Tabipler Birliği tarafından güncellenen 7. Maddesi)

  

Toy İstanbul’un bir diğer yeni yapımı Erdi Işık’ın yazdığı ve Kayhan Berkin’in yönettiği ‘Hipokrat’. 

Makine mühendisliği eğitiminden sonra, Almanya’da tiyatro eğitimi alan, 2014 yılında da Marmara Üniversitesinde medya alanında mastır yapan 1989 Kastamonu doğumlu Erdi Işık, Sarajevo’da Theatre and Cultural Studies bölümünde doktora programını bitirmek üzere Türkiye’de ve dünyanın birçok kentinde oyunculuk teknikleri ve tiyatro üzerine çeşitli workshop’lara katılan Işık, 2016’dan bu yana FOX Türkiye’de drama yöneticisi olarak çalışıyor. ‘Hipokrat’,  Işık’ın ‘Dali’nin Kadınları’ ve ‘Sultana’dan sonra yazdığı üçüncü oyun.

Oyundan önce tanışıp çok da iyi anlaştığımız Erdi, hem yazdıklarının arkasında duran, hem de güvendiği, sahneyi ve seyirciyi iyi bilen bir yönetmenin önerileri doğrultusunda metninde değişiklik yapmaktan çekinmeyen bir yazar. Versus Tiyatro kurucularından Genel Sanat Yönetmeni Kayhan Berkin ile buluşmaları üçüncü oyunu ‘Hipokrat’ı farklı ve ilginç bir yola sokmuş.

Hipokrat, üniversite sınavında Türkiye derecesi almış, herkesin gözdesi biri kadın biri erkek iki hekimin, iki ayrı zamanda, iki ayrı hastanede, iki ayrı şüpheli ölüme sebebiyet vermiş olmaları yüzünden vicdanlarıyla hesaplaşmaları üzerine kurulmuş, ırkçılık, taciz, kariyer ve cinsiyet kavramlarına da değinen iki ayrı oyun olarak yazılmış. Berkin, haklı olarak, iki benzer öykünün, aslında aynı konuyla ilgili olarak, kadın ve erkek bakış açılarının karşıtlığını ortaya çıkardığını, bu iki öyküyü iç içe geçirerek tek bir oyuna yedirmenin daha iyi olacağını düşünmüş. Önerisi yazar tarafından uygun görülünce oyun, yaklaşık 80 dakika süren son şeklini almış.

Sevgililer Günü’nde hastanede olduğundan şikâyetçi Doktor Yeşim, müdahale ettiği adam masada kalınca ölenin karısı tarafında suçlanır. Yılbaşı gecesi acil hastaneye çağrılan Ferhat, Suriyeli bir çocuğun ölümünden sorumlu tutularak hasta yakınları tarafından tartaklanır. Hekimler, kendilerini hiç kimsenin gözlerinin üzerlerinde olmadığı birer tuvalette kapatarak, kendileriyle göz göze gelmeye çalışırlar.

Neşterleri kendilerine dönmüş, her biri kendisini savcı ve yargıcına dönüşmüştür.

Erdi Işık insanların dürüstlük adına kazanımlarından ödün verme konusunda ne kadar tutucu, ya da ne kadar bencil olduklarının bilinciyle, bu içlerindekini kustukları, 1,5 saat ya da birkaç dakika süren vicdani hesaplaşmayı izleyiciyi rahatlatacak bir finale götürmüyor. Hipokrat, ölenlerin öldüğü, kalanlar için de statükonun aynen korunarak, her şeyin eskisi gibi kalacağı gerçekçi bir şekilde sonlanıyor.

Kayhan Berkin, oyunu, ikiye bölünmüş bir sahnede, Gökhan Kodalak’ın tuvalet kâğıdı rulolarından oluşturduğu iki tuvalet hücresinde, kimi repliğin aynadaymışçasına bir mekândan diğerine yansıdığı iç içe geçmiş iki monolog olarak yorumluyor.

Birlikte, ama aralarında hiç iletişim olmaksızın oyunu götürebilmek için çok sağlam iki oyuncu gerekiyor. New York Actors Studio Drama School’da oyunculuk üzerine yüksek lisans yapmış, Actors Studio’da hayat boyu üyelik kazanan Canan Ergüder ile çok sayıda film ve dizide ve Türkiye ile Almanya’da ‘Bakarsın Bulutlar Gider’ oyununda başarıyla oynamış olan eşi Kenan Ece gerçekten de çok iyiler. 

İlginç bir metnini çok başarılı sahnelenmesi. 16, 23, 30 Kasım ve sezon boyunca Toy İstanbul’da. Hepinize iyi seyirler dilerim.

 

 

 

 

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün