Çok ilginç bir Shakespeare uyarlaması ‘Cadı Avı’

Vazgeçtim bu dünyadan tek ölüm paklar beni / Değmez bu yangın yeri, avuç açmaya değmez(…) Vazgeçtim bu dünyadan, dünyamdan geçtim ama, / Seni yalnız komak var, o koyuyor adama… Shakespeare / Can Yücel 66. sone’den

Erdoğan MİTRANİ Sanat
29 Ocak 2020 Çarşamba

Kadıköy Emek Tiyatrosunda, Engin Alkan’ın başta ‘Venüs ile Adonis’ şiiri olmak üzere Shakespeare sonelerinden uyarlayarak sahneye koyduğu, bestelerini yaptığı, dramaturgisini Sinem Özlek’in üstlendiği müzikli oyun ‘Cadı Avı’nın mekânına giren izleyiciyi, üç ürkünç cadı karşılıyor.

Bildiğimiz cadılardan değil bunlar, üçü de Mezopotamya ve Anadolu’nun Ana tanrıçaları.  Biri aşkın, doğurganlığın, bereketin ve de savaşla bilgeliğin simgesi, tanrıçaların belki de en eskisi İnanna (Pınar Yıldırım), diğeri, Zeus’un karada, denizde, gökte ve yeraltında yetkili kıldığı, ayın, gecenin, büyünün tanrıçası Hekate (Ayşegül Sünnetçioğlu), üçüncüsü de aşkın ve güzelliğin sembolü Venüs (Makbule Sitare Akbaş).

Üç cadı, Candan Seda Balaban’ın cadı süpürgesinden esinlenerek tasarladığı o müthiş kostümlerini, başlıklarını ve masklarını bırakıp birer tanrıça olarak özlerine dönerek öykülerini anlatmaya başlıyorlar…

“Bu cadılık durumu da nerden çıktı?” demeyin. Anaerkil antik çağın güçlü ve görkemli kadim tanrıçalarının pabucu, ataerkil dönemde inanç sistemi tek bir Tanrı Babaya yöneldiğinde dama atılmış, özellikle Orta Çağ’ın bağnaz karanlığında bütün dinlerin yobazları o tanrıçaları birer cadıya dönüştürmüş. Böylece bereketin ve güzelliğin simgeleri, kötülüğün ve çirkinliğin sembolü oluvermişler.

Hem anlatıcılığı hem oyunculuğu üstlenen tanrıçalarımız, seyirciye kurdukları interaktif ilişkiyi oyun boyunca sürdürerek anlatırlar Venüs ile Adonis’in öyküsünü. Onlar tanrıçadır ama, her şeyden önce, kadındırlar; hem de kadınlığı iyice özümsemiş kadınlar! Öyküyü, keyifli bir canlı müzik eşliğinde şen şakrak ve anlatıya çok yakışan az biraz arabesk bir cümbüş havasında izleyicilere aktarırken, kendi hikâyelerini, kendi çektikleri acıları da onlarla paylaşırlar.

Anlatının ana temasını güzellik tanrıçasının, yaratılmış en yakışıklı genç olan, ama aşktan çok özgürlüğüne düşkün, avlanmayı sevişmeye yeğleyen Adonis’e (Mert Arat) aşık olup onu baştan çıkarmaya gösterdiği çaba oluşturur. Adonis bir yandan onu arzulayan iki tanrıçanın, Venüs ile yeraltının hâkimi Persophone arasında kalır, diğer yandan da Venüs’e aşık olan Mars (Emre Yetim) ona ölümüne düşman olur…

Cadı Avı’nı uyarlayan ve yöneten Engin Alkan, 6 kişilik orkestra eşliğinde, dur durak bilmeyen bir tempoyla şarkı söyleyen, dans eden (Koreograf: Senem Oluz) ekibinden dört dörtlük bir takım oyunculuğu alıyor. Kimi zaman hınzır, kimi zaman sert şekilde eleştirel, kimi zaman duygusal, ama hiçbir zaman kadın dayanışmasından ödün vermeyen, heyecan verici tanrıça üçlüsüne hayran olmamak mümkün değil. Üçü de birbirinden iyi. Oyunun iki erkeği Mert Arat ve Emre Yetim de öyle. Başarıyla yorumladıkları domuz avı, oyunun en etkileyici sahnelerinden. Fonda Adonis’in annesini simgeleyen kuru ağaç ve birkaç tabure dışında çıplak olan oyun alanını Candan Seda Balaban’ın birbirinden güzel kostümleri, makyajı ve maskları renklendiriyor. Hele Mars’ın av sahnesindeki domuz kafası olağanüstü.

Oyunu ‘dinlemenin’ müthiş etkileyici olduğunu da unutmayalım. Talat Halman’ın nefis çevirisini kusursuz diksiyonu olan beş oyuncudan dinlemek gerçekten büyük keyif. Can Yücel’in Türkçe yeniden söylediği 66. sonenin final şarkısına dönüşmesi ise başlı başına bir olay.

Sonuç olarak, Cadı Avı Shakespeare metinlerini mitolojik öykülerle büyük başarıyla harmanlayan, çok iyi yönetilmiş, çok da iyi oynanmış etkileyici ve nefes kesici bir seyirlik. Henüz izlemediyseniz sakın kaçırmayın. 1, 8, 28 Şubat ve sezon boyunca Kadıköy Emek Tiyatrosunda.

 

 Turgut Uyar ‘Dünyanın En Güzel Arabistanı’

“Sevmek ve söylemek / Ardından iyilik gelir ister istemez / Bir orman buduyoruz uyanın farkına varın / Bir kasırgaya karşı duruyoruz / Bitkice değil şüphesiz ama tam insanca /

Korkmayın dalgalardan yılmayın / Çekin kürekleri”

Oyun alanının kapısı kapalı. Başlama saatinden 3-4 dakika önce kapı açılıyor, içeriden 

otuzlu yaşlarında, çekingenliğinden hafifi kambur duran bir adam çıkıyor. İzleyicileri mekâna ve yaşamına buyur eden bu şehre düşmüş taşra delikanlısı, hafif ama abartısız şiveli konuşarak, kimi zaman seyircilerin karşısında, kimi zaman aralarında gezinerek ya da oturarak, başına gelenleri, Gülbeyaz’la Hümeyra’yla, Azra’yla yaşadığı aşkları paylaşıyor.

‘Dünyanın en Güzel Arabistanı’, Cem Uslu’nun, Turgut Uyar’ın aynı adlı şiir kitabındaki Akçaburgazlı Yekta’nın Mahkeme Kararını Aldığında Söylediği Mezmurdur, İki Dalga Katı Arasında Yapacağını Şaşıran Akçaburgazlı Yekta’nın Söylediği Mezmurdur,

Akçaburgazlı Yekta’nın Yalnızlığına Kara Taştan Tapınak Kurduğunda Söylediği Mezmurdur şiirlerindeki Akçaburgazlı Yekta karakterinin hikâyeleriyle kitaptan başka bazı şiirleri, çok sağlam bir dramaturgiyle ustaca birbirine yedirerek sahneye uyarladığı bir oyun.

Yönetmen Mirza Metin’le Cem Uslu, Başak Özdoğan’ın daracık oyun alanına hem Akçaburgazı hem koca bir İstanbul mahallesini sığdıran dekorunun ve Alev Topal’ın heyecan verici yumuşacık ışık düzeninin desteğiyle, metni etkileyici bir tiyatro olayına dönüştürüyorlar.

Gerçek yaşamda da tanıyıp sevdiğimiz Cem Uslu, sadece oyunculuğu, şivesi ve beden diliyle müthiş bir Yekta’ya dönüşürken, onun dışındaki metinleri düzgün İstanbul Türkçesiyle var ettiği Turgut Uyar’ın ağzından öykülüyor.

Ekip Tiyatrosunun ilk yıllarının heyecanını yeniden tazeleyen, hem keyif duyarak hem de hüzünlenerek izlenen çok başarılı bir çalışma. 9 Şubat Esenler Adem Baştürk Kültür Merkezi, 13 Şubat kumbaracı50, 20 Şubat Sancaktepe Eyüp Sultan Kültür Merkezi ve sezon boyunca İstanbul sahnelerinde. Kaçırmayın.

 

Neil LaBute yeniden Yan Etki’de ‘Yalnızlıkla Nasıl Savaşılır’

“Bu duyguyla yaşayacaksın. Her sabah kalkıp gülümseyeceksin. Bu kalp kırıklığının, bu acının içinden zorla gülümseyip geçeceksin ve yalnızlığa yenildiğini asla belli etmeyeceksin. Hepimiz nasıl yapıyorsak sen de aynını yapacaksın.”

Yan Etki’de bu sezonun ilk oyunu Neil LaBute’un dünya prömiyerini 2016’da yapmış, son eseri ‘How to Fight Loneliness / Yalnızlıkla Nasıl Savaşılır’. Yönetmenliğinin Serkan Üstüner’in üstlendiği oyunun dekor tasarımı Cihan Aşar’ın, ışık tasarımı Alev Topal’ın.

Bizde çok sayıda oyunu sahnelenmiş olan,1963 doğumlu Amerikalı oyun yazarı ve bağımsız film yönetmeni Neil LaBute, yazdığı oyunlar kadar çektiği filmlerle de tartışma konusu olmuş ayrıksı bir yazar. “Yüce iyilik ancak korkunç kötülüğün gösterilmesi ile ortaya çıkar” diyen LaBute, oyunlarında insan doğasındaki kötücüllüğü, zaafları ve acımasızlığı olabilecek en estetik şekilde ortaya koyar. Son oyunu Yalnızlıkla Nasıl Savaşılır hayatlarının belki de en kritik noktasında olan bir çiftin, yaşamlarının en zor seçimlerini yaptıracak ve bundan sonra hayatlarına nasıl devam edeceklerini gösterecek akıl almaz süreci anlatır.

Oyunun neredeyse konuşmasız girişinde, gergin bir hazırlıkla birilerini beklemekte olan Jodie ve Brad’ın birbirlerini ne kadar çok sevdikleri, birbirlerine ne kadar düşkün oldukları hemen anlaşılır. Jodie ile aynı liseye gitmiş olan Tate geldiğinde, bir süre etrafında dolandıkları asıl konuya nihayet girerler. Dördüncü evre kanser olan Jodie, henüz eli ayağı tutarken ölmek istemekte, onu büyük aşkla seven kocası Brad ise onu öldürmeyi ret etmektedir. Lisedeyken çıkan, Tate’in hasta üvey kardeşini öldürdüğüne dair söylentiler sebebiyle, onu Jodie’nin ölmesine yardım etmesi için çağırmışlardır. Kimi zaman gergin, kimi zaman hüzünlü bir konuşmanın ardından Tate yardım etmeyi kabul eder…

İzlemenin tadını kaçırmamak için öykünün bundan sonrasını tabii ki anlatmam mümkün değil.

Ancak, insanların sadece ölümün değil, pek çok kaybın karşısında da müthiş acı çektiğini,

matem tuttuğunu iyi bilen LaBute’un, büyük bir üzüntüyle karşıladığındaki, inkâr, öfke, pazarlık, bunalım ve kabullenme aşamalarına, her üç karakterini de dalga dalga maruz bıraktığını belirtmekle yetineceğim.

İzlemeden önce, metin hakkında biraz bilgim olduğu için oyunun üç kişilik kastında Jodie için cuk oturacağını düşündüğüm Tuğçe Tanış’ın karşısında Faruk Barman’ın acılı koca Brad’ı, Bedir Bedir’in de sert ve hırçın görünümlü Ted’i canlandıracaklarını düşünmüştüm. Tabii ki Jodie’yi Tuğçe üstlenmişti ama Bedir Brad’ı, Faruk ise Ted’i oynuyordu. Ancak ikisi de o kadar üst düzey oyuncular ki, bu seçim kesinlikle bir miscasting olmamış, karakterlerini büyük inandırıcılıkla yorumlamışlar.

Böyle bir üçlüyle tabii ki çok etkileyici bir deneyim oluyor. Özellikle dövüş koreografisinden ve Tuğçe’nin Jodie ve Ted’in yakınlaştıkları sahneye en ufak bir erotizm katmaksızın, o çok zor anda bir insanın yakınlığına duyulan ihtiyacı ustaca yansıtmasından çok etkilendim.

İzlenmesi gerekenlerinden. 29 Ocak, 12, 19, 26 Şubat Toy Maçka’da, 7 Şubat Boa Sahne ve sezon boyunca İstanbul sahnelerinde.

İyi seyirler dilerim.

 

 

 

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün