Türkiye’de Batı Karşıtlığının Tarihsel Kökenleri

150 yılı aşkın bir süre önce başlamış değişim hareketlerinin hâlâ oturmadığı, modernleşme ve geleneksellik arasında mekik dokuyan, her ikisinden de vazgeçemezken, ikisinin başarılı ve makbul bir sentezine de erişemeyen; bununla birlikte, kendini tanımlayabileceği mevcut kimliksel ve kültürel birikimini de yozlaşma ve bozulmalardan kurtaramayan bir Türkiye için çağdaşlaşmayı yazmak, kar yağarken kapı önünü süpürmek gibi.

Toplum
4 Mart 2020 Çarşamba

Merve Çakır Gök

 

150 yılı aşkın bir süre önce başlamış değişim hareketlerinin hâlâ oturmadığı, modernleşme ve geleneksellik arasında mekik dokuyan, her ikisinden de vazgeçemezken, ikisinin başarılı ve makbul bir sentezine de erişemeyen; bununla birlikte, kendini tanımlayabileceği mevcut kimliksel ve kültürel birikimini de yozlaşma ve bozulmalardan kurtaramayan bir Türkiye için çağdaşlaşmayı yazmak, kar yağarken kapı önünü süpürmek gibi.

3 milyon kilometrekare alanda yerleşik 25 milyon nüfusu ve etnik ve dinsel olarak heterojen görünümdeki yapısıyla Osmanlı Devleti için, Fransız İhtilali ve İngiliz Sanayi Devrimi arasında geçen hızlı değişim sürecine, özellikle milliyetçilik ve laiklik akımları bakımından karşı durmak da adapte olmak da kolay olmayacaktı. Her iki trend de o dönemde, çok uluslu, çok inançlı, üstelik Müslüman tebaasının bile yekvücut olmadığı ve merkezi idaresinin aykırı Müslümanlara ve diğer inanç mensuplarına karşı sert tutum içinde olduğu Osmanlı Devleti için bir dezavantaj oluşturuyordu, çünkü tüm bu etnik ve dinsel çeşitliliğine rağmen Osmanlı Devleti iktidarını inanç temeli üzerine bina etmişti. Ancak İslamiyet’i kabul etmeden önce Gök Tanrıcılığın, Şamanizm’in, hatta Budizm ve Maniheizm’in mistik etkileri altında olan, Arapça’ya hâkim olmak bir yana – 10. yüzyılda çoğu okuma yazma bile bilmeyen Türklerin, dinlerini ilahi kaynağındaki orijinal halinden, kitabi bir biçimde okuyup anlayarak kabul ettiklerini söyleyebilmek mümkün değildi1. Öte yandan merkezi idarenin zihniyet ve siyasi çerçevesi de inanç biçiminin ulema tarafından yorumlanmış muhafazakâr bir versiyonuna dayanıyordu. Bu yorumlar zaman içinde dinin orijinal halinden sapmıştı ve Hz. Muhammed döneminde teşekkül etmiş hakiki idrake benzemiyordu, hatta ondan uzak ve farklı olarak mistik öğelerle desteklenen geleneksel bir anlayış haline gelmişti. Üstelik ulemanın idari, sosyal ve siyasi örgütlenmeleri kapsayan geniş bir etki alanı vardı ve bu etki alanı 16. yüzyıla gelindiğinde ulemanın erkini, Avrupa’da ruhban sınıfınınkine benzer bir hale dönüştürmüştü2.

17. yüzyıla gelindiğinde din ve devlet dengeleri bozulmuş, devlet, dini kendi amaçları için kullanmaya başlamıştı3. Osmanlı ulemasına göre, istikrar ve ahenk her şeyin önünde geliyordu, bu da muhafazakâr bir siyaseti kaçınılmaz hale getirdiği gibi, toplumsal düzendeki herhangi bir değişiklik talebinin de olumsuz karşılanmasına yol açıyor; örneğin yazarların sosyolojik / dinsel itirazları derhal ‘fitne’ olarak değerlendiriliyordu. Sonuç olarak siyasetin yanısıra bilimsel ve düşünsel alanlar da ulemanın elinde sıkı bir biçimde muhafazakarlaşıyor, 1894’e gelindiğinde bile, yaklaşık yüzde 35’inin okuma yazma bilmediği toplum da bu duruma itiraz etmiyordu. Çünkü Maslow’un gereksinimler hiyerarşisinde şematize ettiği gibi, halkın çoğunluğu için ihtiyaçlarıyla paralel olarak modernleşme; ekonomik refah düzeyinin yükselmesi, daha iyi bir ulaşım ve iletişime kavuşmak demekti ve laikliğin öngördüğü entelektüel hürriyet, kültürel gelişim ve kimliksel dönüşüm gibi kavramlar pek bir anlam ifade etmiyordu.

Aslında daha 16. yüzyılda İspanya ve İtalya’dan Osmanlı’ya yerleşen pek çok Yahudi değişik sanatların ve sanayinin ülkeye sokulup hızlı bir kültür transferine erişilmesinde büyük rol oynamıştı4. Bununla birlikte 17. yüzyılda, Osmanlı aydın ve bürokratlarının, kendileri gibi Avrupa’da eğitim görmüş Rumlarla, yalı ve konaklarda ahlak, felsefe, tarih ve siyaset üzerine konuştukları liberal tartışma grupları vardı5. Osmanlı modernleşmesine etki etmede, mezkûr muhafazakâr engellere takıldığı için, muhtaç olunan hızda başarılı olamadılarsa da, bu bürokrat ve aydınlar; Osmanlı yenileşmesinin başat figürleri olarak, ulemanın, muhafazakâr ve baskıcı tutumlarının geri kalmışlığa sebep olduğunu ve ilerlemeye engel teşkil ettiğini dile getirerek Türk Aydınlanması’na gidecek yolun mil taşlarını döşediler. Özellikle din, halkın tercih ettiği şekliyle muhafazakarlık ve geleneklere aşırı bağlılık olarak kendini gösterdiğinden, çağdaş medeniyetin pozitivist ve bilimsel öğretilerini özümsemeye engel teşkil ediyordu ve Osmanlı entelijansiyası, tıpkı Batı’daki Protestanlık gibi reformist bir inanç perspektifinin oluşturulması ve dinin içine sonradan dahil edilmiş mistik ögelerden arındırılmasının önemine dikkat çekiyordu. Bu durum geleneksel çevrelerden olumsuz tepkiler aldıysa da II. Meşrutiyet’e kadar Osmanlı’nın resmî ideolojisi olan ‘geleneksel din algısı’nın Hattı Hümayun’la birlikte bir muhalefet ideolojisi haline dönüşmesine engel olamadı. Bu muhalefetin neticesinde Muhafazakâr Osmanlı Ulema Sınıfı ile Yenileşmeci Osmanlı Aydın Sınıfın mücadelesi 20. yüzyıla gelindiğinde August Comte’un Üç Hal Yasası’ndaki Metafizik Evre’de kalmak için direnenler ve Pozitivist Evre’ye geçmek için mücadele edenler gibi görünüyordu. Aslında Türk entelektüelinin değiştirmeyi hedeflediği noktada, toplumun inanç hürriyeti ya da dinin ‘kendisi’ değil; artık etki ve geçerliğini kaybetmiş ve Orta ve Uzak Doğu mistisizmine karışmış bir din ‘algısı’ duruyordu. Osmanlı aydını, uyum sağlanamayan yenileşme hareketlerinden ve ülkenin geri kalmışlığından değişime direnen muhafazakâr ulemayı sorumlu tutuyor, halk çoğunluğunun her şeye rağmen desteklediği bu geleneksel inanç temelli perspektife de bu sebeple soğuk ve uzak duruyordu.

Sonuç olarak, II. Vatikan Ekümenik Konsili’ne kadar, kiliselerin elbirliği ile siyasi ve toplumsal hayattan Büyük Devrim’in izlerini silmek için çalıştığı gibi, Türkiye’de ve selefi Osmanlı Devleti’nde de modernleşme çabaları; popüler ve siyasal İslam otoritesinin ısrarlı direnciyle bağlantılı olarak hep sekteye uğratıldı. Bugün ülkede, belli kesimlerce laikliğin ve çağdaşlaşmanın hala olumsuz imgelemelerle özdeş tutulup tartışılıyor olması ise, Avrupa’nın pozitivizmi de geride bırakıp Post-modernizmde neşvünema bulduğu yeni bir dönemde Anadolu coğrafyasının hâlihazırda bir treni daha kaçırmaktayken, bir yandan da çoktan kaçmış olanın tozu dumanında boğuşuyor olmasının bir göstergesi adeta. Gömleğin bir kez yanlış iliklenince doğru tutmayan düğmeleri gibi. Buna rağmen, bugün Türkiye modernleşmesinde bu tarihi dönüşüm sürecini geri çevirme çabaları tarihin akışına ters düşecektir. Son tahlilde toplumun her kesiminin refahı için, Max Weber’in tanımıyla, muhafazakâr iklimin siyasi düzen üzerindeki hâkimiyet ve etkisini devreden çıkarıp, her inanç mensubunun faydalanabileceği bir sistem olarak laikliği tam olarak benimsemeye yani ‘dünyanın büyüsünü bozmaya’ mecburuz…

 

1 Ahmet Yaşar Ocak, Türkler, Türkiye ve İslam.

2  Ahmet Yaşar Ocak, Türkiye Sosyal Tarihinde İslamın Macerası.

3 Kemal Karpat, Osmanlı’dan Günümüze Elitler ve Din.

4 Halil İnalcık, Rönesans Avrupası: Türkiye’nin Batı Medeniyetiyle Özdeşleşme Süreci

5 Halil İnalcık, Osmanlı Tarihinde İslamiyet ve Devlet.

 

 

 

 

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün