“Yavaş yavaş insan olmayı öğrendim: mahvetmeyi, nefret etmeyi, yozlaştırmayı, aşağılamayı…"

Danny Boyle National Theatre’da: “Frankenstein”

Erdoğan MİTRANİ Sanat
3 Mayıs 2020 Pazar

İki hafta önce tiyatro mevsimi kapandığı için Geçen Mevsimin En İyileri dizisine başlamakla hata etmişim. Çünkü, uluslararası tiyatroların web sitelerinin haberlerini bana devamlı ulaştıran sevgili dostum Ali Doğançay’ın tabiriyle eve kapanma günleri bir online tiyatro festivaline dönüştü. Bu benzersiz tiyatro günlerinin en ilginçlerini sizlere aktarmaya devam edeceğim.


“Yavaş yavaş insan olmayı öğrendim: mahvetmeyi, nefret etmeyi, yozlaştırmayı, aşağılamayı… Ustamın ayaklarının dibindeyse, en üst düzey insanî beceriyi edindim. Başka hiçbir yaratıkta olmayan bir hüneri, ‘nihayet yalan söyleyebilmeyi’ öğrendim”. 

İngiliz Ulusal Tiyatrosu ilk sahnelediğinden beri bir kült efsanesine dönüşen, National Theatre’ın 2011sezonunda, Nick Dear’inMary Shelley’in gotik korku romanından uyarladığı, ünlü sinema yönetmeni DannyBoyle’un yönettiği ‘Frankenstein’ın iddialı ve epey ayrıksı yorumunu, kısa bir süre için, youtube’un National Theatre sitesinde izlenebiliyor.

1956’da İngiltere’de doğan İrlandalı Katolik bir ailenin çocuğu Danny Boyle, Oscar aldığı ‘Slumdog Millionaire’ve ‘Trainspotting’gibi çok sayıda başarılı film çekmiş olmasına karşın, kariyerine tiyatroda başlayan, sinemaya geçmeden önceRoyal Shakespeare Company için beş prodüksiyon hazırlamış olan bir yönetmen. Bu açıdan ‘Frankenstein’tiyatroya yeniden döndüğü bir çalışma.

Doyle, yaşamı yaratma çabasındaki bir bilim adamının düşlerinin karabasana dönüştüğü, gerek tiyatroda, gerekse sinemada, kimi zaman çarpıtılarak, kimi zaman da aslına sadık kalınarak defalarca anlatılmış olan ünlü öyküyü, farklı ve heyecan verici bir çağcıl biçemde yeniden anlatır. Çok sayıda kameranın kullanımıyla her bir izleyiciyi sahnenin içine sokarak, 

‘Frankenstein’ı, Mark Tildesley’inbenzersiz dekorununoluşturduğuolağanüstü dünyada bir renk, ışık ve ses cümbüşüne dönüştürür.

İki saat boyunca soluk soluğa izlenen oyunun asıl önemli yanı, sadece görkemli görselliğinde değil, Dear ve Boyle ikilisinin özgün metne getirdikleri derinlikli tematik değişikliktedir.

 Neredeyse herkesin bildiği öyküyü tekrardan anlatacak değilim, sadece, yaşamın gizinin büyülediği genç bilim adamı Victor Frankenestein’ın ceset parçalarından oluşturduğu bir yaratığa can verdiğini, yaratık bir canavara dönüşerek aralarında  kardeşi, en iyi arkadaşı ve karısı olmak üzere birçok kişiyi öldürdüğünde, felakete dönüşen bu bilimsel başarısını yok etme çabalarının hikâyesi olduğunu anımsatmak isterim. Titiz okuyucular için, bu kadar bildik bir hikâyeye odaklanırken ‘spoiler’ vermekten de çekinmeyeceğimi belirtmek isterim.

Romanda olaylar Victor’un gözünden anlatılır ve salt bilimsel heyecanla bir mucize yaratmış olan masum bir gencin, suçluluk duygusu bürümüş, hayal kırıklığına uğramış bir adama dönüşerek yaratığını öldürmeye çalışması üzerinden, Mary Shelley’in ve XIX. yüzyıl ortalarının doğaya saygılı romantik bakış açısını yansıtır. Shelley’in romanı, Tanrı’lık taslamanın tehlikelerine değinirken, bilimin kayıtsız şartsız egemenliğinden de bir miktar şüphe içerir.

Yaratığın bakış açısından anlatılan oyun, Shelley’in kavramsal mantığını ters yüz eder.

Romanda ölümcül günahı bir canavar yaratmak olan Victor’un oyundaki affedilmez suçu, yarattığı için bir bakıma babası olarak sorumluluğunu üstlenmek zorunda olduğu, sevilmeyi, gözetilmeyi, eğitilmeyi bekleyen ‘yavru’dan korkup kaçarak onu terk etmesidir. 

Oyunu ‘Yaratığın’ Leonardo’nun desenlerini anımsatan bir dölyatağından çıktığı ‘doğum’la  başlatan Doyle, bu sahneyi oyuncusu için benzersiz bir yetenek gösterisine çevirir. İzleyici, 15 dakika boyunca  ergen beden içinde doğmuş bir bebeğin, çığlıklar ve hırlamalar eşliğnde, düşüp kalkarak bedenini kullanmayı öğrenmesine adım adım tanıklık eder. 

Viktor, iğrenç ve ürkünç bulduğu ‘Yaratık’tan kaçarak onu, tanımadığı, anlamadığı, konuşamadığı için kimsenyle iletişim kuramadığı bir dünyada yapayalnız bırakır. Dövülen, aşağılanan bu terk edilmiş ‘bebek’, belki de onu göremediği için, ondan iğrenmeyen kör bir emekli üniversite hocasına sığınır. Grotesk görünümüne karşın sevilmeye ve öğrenmeye olan tutkusuyla yaşlı adamdan konuşmayı, okumayı, yazmayı, düşünmeyi öğrenir. Adamın tüm iyi niyetine rağmen oğluyla gelininin saldırısına uğrayan Yaratık, ölmenin ve öldürmenin ne olduğunu bilmeyen masumiyeti ve dizginleyemediği hıncıyla hiç çekinmeden evlerini ateşe verir. 

Bir yaratıcısı olduğunu öğrendiğinde Yaratık, onu aramaya çıkar. Kendisine bir türlü yaklaşmayan yaratıcısını görüşmeye zorlamak için küçük kardeşi William’ı öldürür. Peşine düşen Viktor’la ilk karşılaşması oyunun kilit sahnelerinden biridir. Viktor’un “Kardeşimi niye öldürüdün?” çığlığına zeki ve masum bir çocuğun kötücül saflığıyla “Ingolstad’ın yarısını  katletsem peşimden gelir miydin? cevabını veren Yaratık, baba bildiği profesörle tapınma ile nefretin iç içe geçtiği duygusal hesaplaşmasında hâlâ ilginin, sevilmenin peşindedir. Bedensel senkronizasyonu, konuşma ve düşünme yetisini gören Viktor, bir deney hayvanı olarak gördüğü Yaratığın başarısına değil, kendi dehasına hayrandır. Yaratık, intikamcıl saldırganlığını kontrol altına alarak, Viktor’dan kendisine can yoldaşı olacak bir dişi yaratmasını ister. Bunu yapacağına söz veren Viktor, dişi yaratığı teslim edeceği sırada, Yaratıkla sevgi ve değer verme konularında tartışır. Hayatı boyunca nişanlısı Elisabeth dâhil, hiç kimseye karşı aşka benzer bir duygu beslememiş olan Viktor. bu ‘ucubenin’ aşkın özünü gerçekten bildiğini anladığında müthiş kıskanır ve yaratıkların canavar soyu oluşturma tehlikesini bahane ederek, yarattığı dişiyi yok eder. Yaratıcısına karşı ikircikli duyguları acımasız bir intikam tutkusuna dönüşen Yaratık, düğününün gecesi Elizabeth’i bulur.. 

Yaratık romandakinin aksine, kendisine karşı ilk kez insancıl duygular besleyen bu ilk ve tek kişiye öldürmeden önce tecavüz ettiği olağanütü sahnede, tüm kötücüllüğüne karşın inandırıcı, hatta insanî bir karaktere bürünür.

Sahip ile kölenin, baba ile oğulun, kaçanla kovalayanın yer değiştirdiği finalde Yaratık ile  yaratıcısının sevgi ve sevgisizlik üzerine trajikomik bir tartışmaya dönüşen diyaloğu, bu ilişkinin temel felsefi sorunsalına ışık tutmaya çalışır: “Hangisidir asıl canavar? Sevgi ve ilgi eksikliğinin katile dönüştürdüğü dışı çirkin içi belki de çok güzel olabilecek Yaratık mı, yoksa hiç kimseye karşı sevgi besleyemediğinden bu karakteryel bozukluğu benzersiz bir hırs ve gururla doğadışı bir bilimselliğe yönelterek olayların dolaylı müsebbibi olan Viktor mu?”

Bütün bir sezon kapalı gişe oynayan oyunda Boyle’un iki baş oyuncusu Bendict Cumberbatchve Jonny Lee Miller’e hem Victor hem Yaratık karakterlerini değişe değişe oynarlar. Bir gece Cumberbatch Yaratığı, Miller Victor’u canlandırırken ertesi gece Cumberbatch Victor’u, Miller Yaratığı üstlenir. İki oyuncunun yorumlarının ve oyunculuk tarzlarının farklılığı, özellikle Yaratık karakterinin oluşumuna müthiş bir zenginlik getirir. Daha iri yarı ve kaslı olanı Miller, doğumunda terk edilmiş insan yapısı yavruyu, güçlü bir hayvansı masumiyetle, olayları Caliban tarafından anlatılan bir ‘Tempest’gibi yorumlayarak canlandırır. Bu ‘ham’ yoruma karşın Cumberbatch’ın daha aşağılık, daha tiksindirici ama sofistike yaklaşımı, müthiş karanlık bir mizah içerir. İki yorum birlikte düşünüldüğünde, Miller’in gücü ve saflığı ile Cumberbatch’ın gösterişli düşünselliği benzersiz karmaşıklıkta bir Yaratık oluşturur. Ayrıca, her iki oyuncunun, birini canlandırırken diğer karakteri de çok iyi tanıyıp anlamış olması, Boyle’un bu kedi fare öyküsüne getirmek istediği ikliği (dualite) de kolaylaştırır. Bir yaratan, yaratık hesaplaşmasının, avla avcının her an  yer değiştirebileceği bir av ile avcı kovalamacasına dönüşebildiği ‘Frankenstein’da, Victor’un Yaratıklaştığının ya da Yaratığın Viktorlaştığının hissedilmesi gerçekten heyecan vericidir. 


Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün